Basit bir ayakkabıcının oğlu olan İngiliz şair ve oyun yazarı Christopher Marlowe (1564-1593), Cantenbury’de dünyaya geldi. Zekası ve yeteneği sayesinde girmeyi başardığı  Cambridge Üniversitesi’nde aldığı eğitiminin ardından Londra’ya yerleşti. Kraliçe I. Elizabeth döneminin en büyük oyun yazarı olma unvanını buradayken elde etti. Yazdığı 7 adet tiyatro oyunuyla İngiliz tiyatrosuna yön verdi. Çağdaşı William Shakespeare başta olmak üzere bütün tiyatro yazarlarına ilham verdi. 29 yaşında iken bir bar kavgası sırasında bıçağının üstüne düşerek öldü.

Marlowe’un hayatı ve ölümü, günümüzde bile gizemli komplo teorilerine konu olmaya devam etmektedir. Devlet adına casusluk yaptığına dair elde belgeler bulunmaktadır. Ateist olması sebebiyle hükûmet yanlılarınca suikasta uğramış olabileceği veya işlediği konuları beğenmeyenlerin suikastine kurban gitmiş olabileceği söylenir. Bir teoriye göre, Marlowe’un ölümü sahtedir. Kendisine ölü süsü vererek hayatının geri kalanını William Shakespeare olarak yaşamıştır. Yani Marlowe ve  Shakespeare dediğimiz kişiler aynı kişidir. Araştırmacılar; ikisinin de doğum yıllarının 1564 olması, aldıkları eğitim, işledikleri oyun temaları, çalıştıkları tiyatro toplulukları ve özel hayatlarındaki birçok ayrıntıya bakarak böyle düşünüyorlar. Tabi bunun aksini düşünenlerin de sayısı az değil.

Bu iki kişi aynı kişi midir, bu tartışıladursun; I. Elizabeth dönemi İngiltere’sinin iki ünlü oyun yazarı Morlowe ve Shakespeare'in portrelerini benzer kılan yönlerden biri de, ikisinin de eserlerinde Yahudi mizacının iflah olmaz bedliklerini tiyatro oyunlarında işlemiş olmaları. Marlowe’un Maltalı Yahudi oyunundaki Barabas karakteri ile Shakespeare’in Venedik Taciri oyunundaki Schylok karakteri, içinde yaşadıkları toplumda hırsın, ifsadın, paraya tamahın, cimriliğin ve daha pek çok fenalığın simgesi olarak okuyucuya sunulur.

Şüphesiz, sahip oldukları olumsuz özellikleriyle Barabas ve Schylok, o dönemin İngiltere’sinde ve Avrupa’nın geri kalanında var olan Yahudi algısının genel birer tezahürüydüler. Marlowe’un tasvir ettiği Maltalı Yahudi Barabas, kötülüğün en aşırı uçlarında gezinen bir kötülük abidesidir. Oysa Shakespeare'in Shylock karakterinde azıcık da olsa insani bir yan vardı. Bu yönüyle yazıldığı dönemde Marlowe'un Yahudi tasvirinin Shakespeare’inkinden daha fazla ilgi uyandırdığı söylenebilir.

***

Beş perdelik bir oyun olan Maltalı Yahudi’nin konusu 1565 yılında Osmanlı’nın Malta’yı fethetmesi sırasında cereyan eden bir takım olaylara dayanır. Malta valisi Ferneze, Türk sultanına vereceği haracı denkleştirmek için, Hristiyanların sırtından büyük servetlere kavuşan Yahudilerin mal varlıklarının yarısına el koyma kararı alır. Bu, aynı zamanda Hristiyanların sırtından servet edinen Yahudileri bir cezalandırma yöntemidir. Zengin bir Yahudi tüccar olan Barabas ise bu karara şiddetle itiraz ettiği için, mal varlığının yarısına değil, tümüne el konulur. Yüreği intikam hırsıyla çarpan Barabas, Hristiyanları yok etmeyi planlar; ancak sonunda ihanete uğrar ve düşmanları için planladığı ölümü kendisi tadar.

Marlowe’un, bütün kötülükleri şahsında toplayan karakterine “Barabas” ismini vermiş olması bile yalnız başına, Hristiyan Avrupa’sının o dönemdeki Yahudi nefretinin hangi boyutlarda olduğunun işaretidir. İsminin, İncil’deki “katil ve hırsız Barabbas”tan esinlenerek verildiği çok açıktır. İncil’de söz edilen Barabbas, Yahudilerin İsa yerine serbest bıraktıkları bir hırsız ve katildir. Hristiyanlar için Barabbas, manevi değerleri değil, maddi çıkarları önemseyen Yahudi davranışının genel sembolüdür.

Marlowe, Barabas’ı “hırs ve tamah” kavramları üzerine inşâ eder. Barabas, İngiliz tiyatrosunun ilk makyevelist karakteri sayılan Barabas, Katolik engizisyonu nedeniyle İspanya’dan kaçan ve birçok ülkeye dağılan Yahudilerden biridir. Yazar, Barabas’ın hikâyesini yer yer karamsar bir dil, kimi zaman alaycı bir mizahla anlatırken vurgu yaptığı ana tema döneme hâkim olan Yahudi karakterinin taşıdığı sakıncalardır. Yazar, aslında Barabas’ın şahsında bütün Yahudileri tasvir etmeye çalışır.

Oyunun ilk perdesinde bir monolog ile okuyucunun karşısına çıkarılan Barabas, parasını saymakta, son zamanlardaki alışverişlerinde çok fazla kazanç elde edememekten ve küçük paraları saymanın yorucu olmasından yakınmaktadır. Kendisini etrafındakilerden üstün gören son derece elitist bir tavrı vardır. Valiye vermemek için evinin temelinde sakladığı serveti geri almak için bir plan yapar. Paraları getiren Kızı Abigail mücevher ve altın dolu çantaları getirdiğinde gözü bir şey görmez, kızını fark etmez veya tanımaz bile. Yaptığı tek şey, paracıklarını kucaklamaktır.

Bütün serveti elinden alındıktan sonra bir kere daha bir ev satın almış ve servet biriktirmiş olmasına karşın Barabas, öfke ve intikamdan vaz geçmemiştir. Servetini elinden alan valiyi yok etme planlarına devam eder. Valinin oğlunu öldürtmeyi tasarlayacaktır. Bunu, elinden alınan mallarına karşılık âdil bir takas gibi görür. İffetli kızı Abigail’i, intikam almak istediği valinin oğlu Lodowick ve onun yakın arkadaşı Mathias’ı baştan çıkarmak için kullanır. Mathias’ın tek suçu Hristiyan olması ve kızının ona âşık olmasıdır. Barabas bu iki can ciğer dostu aşk rekabetine düşürerek düelloda birbirlerine öldürtür. Abigail Hristiyanlığa geçince onu da öldürmeyi planlar. Abigail’in ölümünden duyduğu tek üzüntü, din değiştirip Hristiyan olmadan önce ölmemiş olmasıdır.

Olay örgüsünde yer alan Keşiş Jacomo ve Keşiş Barnardine’i de Hristiyan oldukları için Barabas’ın gözünde ehemmiyetsizdirler; bu yüzden şeytanca hilelerle onları birbirine öldürtür. Yaptığı bütün kötülüklerde onun yetenekli yardımcısı olan Ithamore da fenalıklardan nasibini alır; en sonunda onu da zehirler. Barabas, hiç kimseyi sevmez, herkesten ne çıkarı olacağına bakar. Önce Malta’yı ele geçirmeleri için Türklere yardım eder, sonra da çıkar sağlamak için Maltalılara yardım edip bu sefer de Türkleri tuzağa düşürür. Yoluna çıkan herkesi kolayca ve kendisi hiç zarar görmeden ortadan kaldıran bir katil olan Barabas, en sonunda hazırladığı tuzağa kendi düştüğünde onun yasını tutacak kimsesi kalmamıştır.

***

Eserde Marlowe, Yahudiler hakkındaki Hristiyan yargılarına fırsat buldukça atıfta bulunur. Yahudilerin su kuyularını zehirledikleri, hasta insanları öldürdükleri, istedikleri zaman cinayet işledikleri ve Hristiyanları dolandırdıklarına dair sık sık göndermelerde bulunur. Bunlar Yahudiler hakkındaki I. Elizabeth dönemi fikirlerini yansıtması bakımından dikkat çekicidir. 16. yüzyılda Kraliçe I. Elizabeth döneminde Yahudilerin Türkler için casusluk yaptıklarına ilişkin yaygın ve kuvvetli bir kanaat hâkimdi. Onlara güvenilmezdi ve onlar, alttan alta sünnetli akrabalarına çalışıyorlardı. Elizabeth rejimine karşı oldukları da  düşünülüyordu.

16. yüzyıla ait bu eserde olduğu gibi, Hristiyanların Yahudilere duyduğu karşıtlığı ve nefreti kimi zaman kurgu düzeyinde, kimi zaman da yaşanmış gerçek olaylar üzerinden ele alan bir hayli eser bulunmaktadır. Kökenleri, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği iki bin yıl öncesine dayanan Hristiyanların Yahudi nefreti, karşılığında Hristiyan nefretini doğurmuştur. Hal böyleyken, bu tabloyu Müslümanlar açısından beşerî planda adaletsiz kılan durum, Yahudilerin son bir asırda tepkilerini Hristiyanlara değil de Müslümanlara yönlendirmiş olmalarıdır. Hakbuki Müslümanlar için tarihin hiçbir döneminde, Hristiyan Avrupa’da olduğu gibi, sistematik bir Yahudi düşmanlığına dair bir örneğe rastlanmak mümkün değildir.