Müslüman Anadolu Türklerinin zafer ayı olan Ağustos ilgili kutlamalarla geride kaldı ama Kemalistlerin Osmanlı sonrası beka mücadelesinin –İstiklâl savaşının– nihayeti hükmündeki Büyük Taarruz kutlamalarını kendi varlık gösterisine dönüştürmelerine mahsus tartışmalar sürüyor.

Bize göre tartışan tarafların konuyla ilgili ısrarla ıskaladıkları en önemli gerçek şudur: Malazgirt ile Büyük Taarruz’un yıl farkı esasında birkaç gün arayla gerçekleşmesi, Selçuklu’nun küffara karşı gayretiyle, beka mücadelesini canla başla yürüten milli güçlerin Batılı işgalcilere karşı gayretinin iç içe geçmesine ve böylece yeni olanın eskiyi karartmasına, diğer bir söyleyişle 1040-1308 yılları arasında 268 yıl süren Selçuklu mücadelesinin salt Malazgirt savaşına indirgenerek örtülmesine sebep olmaktadır.

Büyüklerimizin şu sözünü bu sütunlarda sıkça tekrarlıyoruz: Hakikatin özü değişmez, değişen onunla kurulan ilişkilerdir.

Buna göre Selçuklu mücadelesi küffardan yani Bizans’tan çok daha fazla, ne yazık ki İslâm tanımlı Batınîlere, Fatımîlere, İsmailîler’e karşı verilmiş olup, bugün de aynı mücadele yeni dünya şartları nedeniyle büyük zorluklarla sürdürülmektedir. Zira din, mezhep ve tarikat birer hakikat olup, özleri asla değişmemekte ancak onlarla kurulan ilişkiler değişmektedir.
Dolayısıyla Osmanlı bakiyesi olan devletin başına musallat edilen yeni tarikat belasının bugün hangi adı taşıdığını idraki yüksek okurlarımız hemen bileceklerdir.

Peki Bâtınîlik nedir ve Batınîler, Fatımîler, İsmailîler kimlerdir?
Bu sorunun cevabını, Selçuklular tarihini –gıpta edilecek derecede– en iyi hülasa eden, Mustafa Alican imzalı, İslam Tarihine Düşen Cemre: Selçuklular adlı kitaptan iletmek istiyoruz:

“Bâtınîlik Nedir?
Arapça bir mastar olan batn/butn'dan türetilmiş olup iç/ dâhil şeklinde anlamlandırılabilecek bâtın –ki zâhir’in zıddıdır– kelimesine nisbet eki olan ya’nın eklenmesi ile elde edilen bir terim olan bâtınî kavramı, gizli olanı bilen ve meselenin iç yüzünü anlayan gibi anlamlara gelir.

Bir kavram olarak İslâmî literatüre 11. ve 12. yüzyıllarda girmiştir. Temelde kutsal metinlerin örtülü anlamlar barındırdığını ve bu anlamların ancak ehil olan kimseler tarafından anlaşılabileceğini savunan yaklaşımı tarif etmek için kullanılır. Batılılarca ezoterik kelimesi ile ifade edilen anlamın benzerini taşıyan bâtınî kavramı, insanlık tarihi boyunca her dönemde çeşitli örneklerine rastlanan bir okuma, anlama ve idrak etme biçimine karşılık gelir.

Anlamın nakledilme-sinde metin ile muhatap arasında bir aracı olması gerektiğini (Şiî-İsmailî gelenekte bu aracı İmam'dır) savunan bu yaklaşım, esasında belirli bir mezhebe ya da anlama biçimine özgü değildir. Özellikle Şiîlik içerisinde serpilip büyüyen ve Hz. Ali’nin tanrı olduğu ya da Cebrail’in vahyi Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e getirdiği iddiasına kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan ve aşırı anlamına gelen gulât kavramı ile tanımlanan onlarca mezhep yöntem olarak bâtınîliği benimsemiştir.

Bir başka ifadeyle, doğrudan "Bâtınîlik şeklinde tanımlanabilecek yekpare bir mezhep mevcut değildir. Bununla birlikte, bâtınî hareketler içinde zamanla ana akım haline gelen İsmailî harekete mensup olanlar, kuşkusuz aksettirdikleri temsil dolayısıyla Selçuklu kaynaklarında Bâtınî olarak isimlendirilmişlerdir. Bâtınîlik denildiği zaman, özellikle Selçuklu çağı açısından bakıldığında anlaşılması gereken, Hasan Sabbah tarafından Alamut Kalesi’nde yeni bir bakış açısı ile yoğurulan ve tabir yerindeyse bir terör ve suikast ideolojisine dönüştürülen İsmailî gelenektir.”

Selçuklular Bâtıniler’le neden mücadele ettiler?
“11. yüzyılın ortalarında tarih sahnesine çıkarak kısa süre içinde Sünnî İslâm dünyasının siyasi lideri ve hamisi konumuna gelen Selçuklular, bu konumlarıyla bir anlamda Sünnî İslâm anlayışının da koruyucusu olmuşlardı. 1055 yılında Bağdat’taki Sünnî Abbâsî Halifeliği’ni baskı altında tutmakta olan Şiî Büveyhî hanedanını etkisiz hale getirip Abbâsî Halifesi’ni özgürleştirerek bu koruyuculuk vasfının ilk gereğini yerine getirdiler.
Bununla birlikte Abbâsî Halifeliği, Sünnî İslâm anlayışını yok etmek gibi bir misyon üstlenen Mısır merkezli Şiî Fâtımî Halifeliği’nin çok yönlü tehdidi altındaydı ve bu tehdit ile mücadele etmek kolay olmayacaktı.

Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma’nın soyundan geldiklerini iddia ederek 909 yılında yeni bir halifelik tesis eden Fâtımîler, başından beri Sünnî İslâm’a karşı mücadele halinde bulunan Şia’nın İsmâiliyye koluna mensuptular.”
Nasipse buradan devam edelim inşallah.