Yukarıdaki ifade bana hep sıkıntılı görünmüştür. Bu sözü sarf eden şahıs; ikinci hükmün, ilk hükmü tekzip ettiğinin farkında değildir. Söz, kendi içinde tenakuz arz eder. Bir insanın; “Ben hem tarafım, hem de tarafsızım.” demesi gibi.

        Tarihî tekâmül ve sosyal şartların icbarıyla Avrupa’da zuhur eden kavram; şahısları değil, devleti nitelemek için kullanılır. Devletin bütün inanç sistemlerine karşı eşit mesafede ve tarafsız olduğunu ilân eder. Laik devlet; bir inanç sistemine, diğerine göre üstünlük veya öncelik tanımaz. Her dine eşit mesafededir ve bu yolla insanların din ve vicdan özgürlüğünü teminat altına almaya çalışır.    

        Kavramın anavatanı olan Avrupa’da; “Ben Hristiyan’ım ama laikim.” diyen bir Allah’ın kulunu bulamazsınız. Diğer Hıristiyan memleketlerde de böyle bir örnek görülmez. Adam; “Ateistim.” der ama asla “Ben laikim.” demez. Bizde ise sürüsüne bereket…

        Bu sözü söyleyenlerin hemen hiçbiri kavramın analizini yapmamıştır ve meselenin tarihî, sosyolojik boyutlarından da habersizdir. Kavramı aktüel çağrışımlarıyla benimser. Laiklik onun için bir kalkandır ve onun sayesinde kimliğine bulaşmasından endişe ettiği hattâ çağrışımlarından bile ürktüğü bir takım nitelemelere karşı kendisini koruma altına aldığına inanır. Sakıncalı bulduğu klasik Müslüman imajından kendisini soyutlar. Bu arada muhatabına da ince bir mesaj gönderir: “Sen beni o kendisine Müslüman denilen birtakım şahıslarla sakın bir tutma! Ben onlar gibi gerici-mürteci değilim.”

        “Söyleyenden dinleyen arif gerek.” demişler. Gerçekte bu bir şuuraltı boşalmasıdır. Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı;  “Laik olmayan insan bile değildir.” derken şuuraltında yatan bu tortunun etkisi altındadır. İster yüksek tahsil sahibi ister ilkokul mezunu isterse hiç tahsil görmemiş olsun, kendisini lâik olarak niteleyen bu kesime mensup hemen herkesin şuuraltında bu şartlanmanın izleri vardır. Ve o bulanık şuuraltının oluşmasında da cumhuriyet elitlerinin, maarifinin ve onlara destek veren matbuat ve kitle iletişim araçlarının büyük sorumluluğu vardır.

        Gazeteler Müslümanı hep sorunlu bir kişilik olarak lanse etmiştir. Karikatüristler Müslüman adı altında hilkat garibesi tipler çizmiştir. Bu sıfatı taşıyan insanlar içinden her zaman en kötü örnekler seçilmiş ve Müslüman olarak dâima onlar vitrine konmuştur. Televizyonda papaz güvenilir ve ketum bir şahsiyet olarak sunulurken Yeşilçam, Müslüman din adamına; sığ, kaba, softa yani itici ve benimsenmesi zor bir kimlik ve kişilik giydirmiştir. Hattâ zaman zaman Müslüman din adamı; “İstemem, yan cebime koy!” diyen menfaat düşkünü, muhtekir bir karakter olarak da gösterilmiştir. Gazete, televizyon ve diğer yayın organlarında yıllar boyu hep bu imaj diri tutulmaya çalışılmıştır. Pozitivizmle beyni yıkanmış Cumhuriyet aydınının da İslâmla arası hep açık olmuştur. Tıpkı “Çankaya” ’nın yazarı, cumhuriyetin ideologlarından Falih Rıfkı Atay’ın; “İslâmiyet denince burnuma ayak kokusu gelir.” demesi gibi. Geri kalmışlığın ve beşerî noksanların sebep olduğu olumsuz neticeler, yaşam tarzından ve görgü eksikliğinden kaynaklanan sıkıntılar, toplumun inanç sistemine fatura edilmiş ve kitlelerin beyni yıkanarak aleyhte propagandaya zemin hazırlanmıştır.

        Bu kirli propaganda ve onu besleyen menfî örnekler üzerinden kendi inanç sistemine yaklaşan kitleler, teorik olarak İslâm’ı reddetmeseler de onun sosyolojik tezâhürlerine hep soğuk bakmışlardır. Geleneğe ait bir takım menfî uygulamaların da İslâm’la karıştırılması neticesinde bu kitleyle İslâm arasındaki mesafe daha da açılmıştır.

        Yıllar önce tanıdığım dedesi (annesinin babası) câmi imamı olan modern görünümlü bir öğretmen hanım, bana dedesinin din görevlisi olduğunu söylerken aynen şöyle demişti: “Benim dedem câmi imamı ama çok modern biri.” O zaman ben de kendisini rahatlatmak adına; “Hocahanım! Benim babam da emekli müftüdür.” demiştim. Sahip olduğu imajın zayıflamasından çekiniyor, imam kelimesinin yanına modern takısını eklemeyi bir mecburiyet olarak görüyordu. Dedesinin ve zımnen de kendisinin, klasik Müslüman imajıyla arasına mesafe koymaya çalışıyordu.  Yakından tanıdığım Hocahanım inançlı bir insandı. Fakat bir kesimin İslâmiyeti yaşayış tarzı onun ölçülerine uymuyordu. Genç bir delikanlının göğsüne kadar inen sakalı bile onu rahatsız ediyordu. Çünkü modernlik onun için olmazsa olmaz bir keyfiyetti.

        İşte “Ben Müslümanım ama laikim.” diyen bir kişinin davranışlarına da aynı güdü yön veriyor.  “Laikim.” derken dolaylı yoldan modern olduğunu vurguluyor. Laik olmak, geri ve kerih(!) görülen Müslüman imajından sıyrılmayı sağlıyor onun için. Kimliğin eksik ve kusurlu yönlerini örtüyor, elbisenin yırtığını kapatıyor. Kişiyi Müslümanlığından dolayı içine düştüğü aşağılık kompleksinden kurtarıyor.

        Laiklik son yıllarda sadece bu ülkeye has özel bir anlam kazanmış durumda. Şahısları niteliyor. Bunu söyleyen şahıs, bir yandan Müslümanlığını vurgularken bir yandan da klasik Müslüman imajını benimseyip içselleştiremediğini zımnen de olsa itiraf ediyor. Çâre olarak da İslâmiyet ile modernizmi kendi kimliğinde buluşturup uzlaştırmayı deniyor.