Nalıncı keseri gibi herkesin kendine yonttuğu bir cemiyette tefrika alır yürür. Dinin kavramı olan ahlak laftan ibaret kaldığında, sekülarizmin etik kavramı kurtarıcı olamaz. Tarafgirlik herşeyin üstüne çıktığında menfaatperestlik kaçınılmaz hale gelir.

Rekabet, araç olmaktan çıkıp amaç koltuğuna oturduğunda; oyulan gözlerin hep geçerli bir bahanesi olacaktır. Göze göz dişe diş terkibiyle yaşamaya kodlanmış birey(?) olsa olsa kaybedenler derneğinin bedbaht bir azası olur. Kusur, yakar top gibi elden ele atılır da hakikat mevzuu olunca kulağının üstüne yatılır. Terelelli moduna geçince ruh ayarları, pek çoğu ağlanacak hale gülmekten katılır.

Hitabetin büyüsü, karizmanın illüzyonu, kayıkçı kavgasının dayanılmaz cazibesi eni konu... Sarmaşık misali sarar idrak çınarını... Sarmaşık dal budak salarken, kuruyan çınar artık bir teferruat hükmündedir. Dün ile yarın lüzumsuz bir husus kaldığı için herşey salt bugündedir.

Bu sebeple çözülmez düğümlerin misafirliği bitmez. Toprağın üstü altına galebe çalar da ahirete ilişkin en küçük ima dahi kimsenin hoşuna gitmez. Tenkid yapıcı yahut yıkıcı olsun fark etmez. Bükülen zamandan ilham alıp bükülür herşey... Eğilip bükülüp şaşan her kavram, heybesini alıp düşer yollara... "Nereye?" diye sormak kimsenin aklına gelmez. Gelse de "aman canım boşver" kolaycılığında erir inceden... Ve bir beylik sual titrer bazı dudaklarda: "Biz böyle miydik önceden?"

Hırsın gözleri kör edişi kabul görmez. Nefs muhasebesi yapmak için muhasebeci tutmak gerektiğini zannedenler dahi çıkabilir. Belki bir çok arızayı masraf yada zarar gösterip topu taca atma ihtimali vardır diye(!) Kuşku tahtakurusu gibi kemirir fikriyatı... İtimat ve huzurun bir miskalinin aceb nedir fiyatı? Herşeyin alınıp satılır olması mıdır bunca cüretin esbab-ı mucibesi? Meğer ne kadar da ağır neticelere gebeymiş bezirganlık hevesi!

Çözülen buzun suya evrilmesine benzerken ahval... Hararetin artışından ötürü buharlaşıverir ansızın... Hacimce genişlerken hiçbir ağırlığı kalmaz. İnsanoğlu bu... Görür tecrübe eder lakin ders almaz! Ders vermek daha başdöndürücü gelir nedense... Had bildirmek, haddini bilmekten daha efdal değildir hâlbuki!

Nisyan ile malûl olmak, unutmayı mazur gösterebilir fakat hatırlamıyor olmanın özrü var mıdır? Özürlü bir meta gibi yarı fiyatına tezgaha düşen insanlık, kalabalıkta kaybolan küçük bir çocuk kadar çaresiz elbet... Elinde sımsıkı tuttuğu balonu, yaşlı gözleri ve çığlık atmaktan kısılmış sesiyle perişan! Pedagojik yaklaşımların çuvalladığı bir noktada, psikolojik harp mağduru... Rahmete muhtaç can toprakları... Kupkuru!

Tevhidin suladığı gönül çoraklaşmaz. Sırat-ı müstakim üzere kalmak endişesi diriltir ölgün ruhları... Ayağımızı kaydıran herşeyden ve herkesten uzak kalmak mecburiyeti ise her geçen gün artarken... Akrep ve yelkovan, telafisi olmayan zamanlara açıyor kollarını... İstiğfar ile sıvamalı beş duyu duvarını... Belki beyhudelik dehlizinden kopup gelen ateş yolunu değiştirir. Kim bilir? Gaflet ayazının ardı, baharı pekiştirir. Sözü Anadolu irfanının Kul Himmet'in dilinden söyledikleriyle bağlayalım:

"Gafil gezme şaşkın, bir gün ölürsün!

Dünya kadar malın olsa ne fayda...

Söyleyen dillerin söylemez olur,

Bülbül gibi dilin olsa ne fayda...

Sen söylersin söz içinde sözün var,

Çalarsın çırparsın, oğlun kızın var,

Şu dünyada üç beş arşın bezin var,

Tüm bedesten senin olsa ne fayda...

Söylersin de sen sözünden şaşmazsın,

Helalini haramından seçmezsin!

Kesilir kısmetin, su da içmezsin,

Akan çaylar senin olsa ne fayda...

Kul Himmet Üstadım gelse otursa,

Hakk'ın kelamını dile getirse,

Dünya benim deyi zapta geçirse!

Karun kadar malın olsa ne fayda..."