“Bu yazıyı aziz dostum İbrahim Küreli’ye ithaf ediyorum.”

 

“Şahsınıza fenalık eden bir düşmanı affediniz, làkin vatanınıza, milletinize ve dininize fenalık edenleri affetmeyiniz.”

 “Düşmanın en zararlısı hilesini gizleyendir.”

Hz. Ali (k.v.)

Son günlerde sosyal medyada Kemal Sunal’a ilişkin bir haber dolaşıyor. Eşi hanımefendinin anlattığına göre merhûm sanatçıya sağlığında Antalya’da faaliyet gösteren bir inşaat şirketi tarafından firmanın reklam yüzü olması teklif ediliyor. Karşılığında ise firma, yapacağı evlerden birini kendisine vermeyi vaat ediyor. Kemal Sunal ise teklifi fazla düşünmeden reddediyor. Bunun üzerine eşi;

“Neden kabul etmedin, ne güzel Antalya'da bir evimiz olurdu.” deyince Kemal Sunal kendisine şöyle diyor:

“Gül, yarın bir gün bu evler yıkılır ve insanlar da reklamında oynadığım için bana güvenip o evlerden almış olursa o zaman ben bunun hesabını vicdanıma nasıl veririm?”

Gündemin depremle ilgili ağırlığı göz önüne alınır ve anlatılanların da ölümünün üzerinden yirmi yılı aşkın bir süre geçtikten sonra ortaya çıktığı düşünülürse haberin gerçek olma ihtimali bana biraz şüpheli göründü. Neyse biz yine de kimseyi zan altında bırakmadan doğru olduğunu farz edelim ve bir medya fenomeni olan Kemal Sunal’la ait olduğu zihniyet dünyasını bu haber üzerinden bir analize tâbi tutalım.  

Sevilen bir sanatçının ağzından çıkan bu sözler, ilk anda çok düşünceli bir tavırmış gibi görünüyor. Hattâ “Sanatçı dediğin işte böyle hassas ve sorumlu olur.” dahi dedirtiyor. Sosyal medyadan gördüğüm kadarıyla bir yığın insan da kendisine bu yüzden rahmet okuyor. Doğrusu ben de aynı kanâatteyim. Dikkatli, tedbirli, paranın tuzağına düşmeyen basîretli bir tutum var ortada. Evet, yalnızca bu mes’ele üzerinden bakıldığında adı geçen şahıs takdir olunmayı hak ediyor.

Bense sadece onunla ilgili değil, herkesi içine alacak şekilde konunun bir başka boyutuna dikkat çekmek istiyorum. Bu, aynı zamanda cemiyet olarak da bizim yumuşak karnımız. Tek bir mes’ele üzerinden insanları değerlendirip yalnızca onun üzerinden bir hükme varıyoruz. Kuşatıcı ve şümûllü bir tefekküre sahip olmadığımız için de bu bizi sığ yorumlara mahkûm edip şahıslarla ilgili sağlıklı olmayan sonuçlara götürüyor.

Bu, başarılı bir sanatçı ve ideal bir insan olarak gösterilen Kemal Sunal için de geçerli elbet. Onu da bir bütün olarak ele alıp değerlendirmek zorundayız. Sırf yukarıdaki tavrını öne çıkararak isabetli bir hükme varamayız.

Cemiyet Kemal Sunal ve benzerlerini dâima sanatını icrâ ederken sergilediği başarılı performans ve popüler kültürdeki renkli imajıyla değerlendirip takdir etti. Ve bir de o dünyada örneğine az rastlanan özel hayatındaki ölçülü tavrıyla…

Hiç şüphesiz Kemal Sunal bu kriterlere uygun düşüyordu. Sadece oyunculuğuyla öne çıkıyor; geri planda ise müşfik bir baba, ideal bir eş, mazbut bir aile reisi olarak göz dolduruyordu. Her türlü aşırılıktan uzak duran, adını dedikodulara karıştırmayan, sessiz ve mûtedil bir kişilikti o.

Kimlik itibarıyla ise Kemalist-seküler bir isimdi. Dünya görüşü olarak Müjdat Gezen, Levent Kırca, Zeki Alasya, Bedri Baykam gibilerinden farklı olduğu söylenemez. Fakat onda bu şahıslarda görülen ideolojik adanmışlık yoktu. O yüzden de polemiklerden uzaktı. Kendisini öne atmıyor, söz düellolarına girmiyor, muhafazakârları incitecek agresif bir tutum sergilemiyordu. Oyunculuğu dışında kendi köşesinde yaşamayı tercih ediyordu.

Katı ideolojik rezervleri olup olmadığını bilmiyoruz. Olsa bile en azından yansıtmıyordu. Evet, bîtaraf değildi ama görüş ve düşüncelerini eyleme dönüştüren aktivist bir tutum içinde de değildi. İstisnâ kabilinden bile olsa bu görüşümüzü yalanlayacak hayatından cımbızla çekilmiş tek bir örnek dahi gösterilemez. Bu yüzden de hiçbir zaman mütedeyyin çevrelerin tepkisine hedef olmadı. Bu da onu geniş kitleler nezdinde diğerlerine göre daha sempatik ve kabul edilebilir kıldı.

Maalesef bu özelliği idrâkimizi perdelemiş, sebebiyet verdiği mazarratı görmemize engel olmuştur. İsmi zikredilen şahıslardan hiçbiri manevî dünyamıza tercüman olan bir kavramı ifsat edemedi. Onu içtimâî kullanımdan kaldırıp yeraltına çekemedi. Bizi cemiyet olarak bir duyarlılığımızdan mahrum edemedi. Tam aksine onlar sayesinde duyarlılıklarımız pekişti. Çünkü bu şahıslar hep açıktan saldırıyor, biz de onların bu tutumu sebebiyle her seferinde sipere yatıp gardımızı alıyorduk. Necip Fazıl’ın bir şiirinde; “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!..” dediği gibi onların hiçbiri lüzumsuz değildi ve kendimizi bulmamız için de bize lazımdı. O devrim bağnazı tiplerin müfrit tutumları sayesinde biz kendimize dönüp değerlerimize daha sıkı sarıldık.

Yukarıda zikrettiğimiz şahısların her biri bize kim olduğumuzu hatırlatırken “Şaban” olarak hayatımıza giren bu adamsa bize kim olduğumuzu unutturdu. O isim altında oynadığı filmlerde rol arkadaşları hep kendisiyle dalga geçerdi. İzleyen de sanırdı ki, zamanla Kemal Sunal bir istihzâ unsuruna dönüşecek. Hâlbuki Sunal, o filmlerden sadece para kazanmadı; değerine de değer kattı. Tabutunun arkasından yürüyenler “Hakkımız helâl olsun!” dedi. Üzerinde hoyratça tepinilen şaban ismiyse bir süre sonra unutulanlar arasına girdi. Bu şahıs kendisini ustaca ibrâ ederken zâtı üzerinden kirletilmesine köprü olduğu o ulvî mefhûmu ise oyun gücüyle toplumdan silmeyi başardı. Ve de ne yazık ki toplum bu şahsın mukaddesatına verdiği zararı zamanında göremedi, vaktinde teşhis edemedi.

Geldiğimiz noktada bilanço hayli kabarık ve olanca dehşetiyle de ortadadır. İsmi şaban olduğu için nişanlısını terk eden genç kızlar artık bu toplumun bir gerçeğidir. Gönlü üç aylara hürmet hissiyle dolup taşarken evlâdına o ismi koymaktan imtinâ eden ana-babalarsa bir başka gerçeği.  

Bazen sınıf ortamında öğrencilerime şu soruyu sorarım: “Şüphesiz böyle kalmayacak, bir gün evlenip yuva kuracaksınız. Bir oğlunuz olsa, ona “şaban” adını koyar mısınız?” Sorudan sonra sınıfa her seferinde bir ölüm sessizliği çöker. Bakışlar donuklaşır, kafalar hafiften sağa sola çevrilir. Herkes göz ucuyla birbirinin tepkisini ölçmeye çalışır. Soruyu tekrarladığımda ise derin bir sükûtun ardından gelen cevap dâima şu olur: “Hayır, koymazdık!” Sebebini sorduğumda ise hep aynı gerekçeyle karşılaşırım: “Çocuğumla dalga geçilmesini istemem.”

Seküler ahlâk mitosuna inananların, din ve kültürün inceliklerinden habersiz yaşayanların anlayabilecekleri bir durum değildir bu. Yukarıda çizdiğim sınıf tablosu ise artık acı da olsa bizim bir gerçeğimizdir. Bundan böyle hiç kimse o ismi evlâdına koyamaz. O filmlerin yıkıcı etkilerinden evvel o isme sahip olanlarsa bugün ondan nasıl kurtulacağını düşünmektedir.

Nitekim bu toplumda bir yığın insan seksenli yıllardan îtibâren nüfus müdürlükleriyle mahkemeler arasında mekik dokuyarak ayıbından kurtulmanın çâresine bakmıştır. Yıllar önce “Şaban’a Kurulan Komplo Ve Hababam Sınıfı Gerçeği” isimli yazım yayımlandığında Çankırılı bir hanım okuyucum sosyal medya sayfasından şu yorumu yapmıştı: “Ne acı ki durum bu! Halamın oğlunun ismi Şaban’dı ama arkadaşları tarafından dalga konusu olduğundan ismini şafak diye değiştirdiler. Medya bizi duyarlı olmamız gereken konularda maalesef duyarsızlaştırıyor.”

Kavram cinayetinin ulaştığı seviye bununla da kalmamış, Türk Dil Kurumunun lügatine kadar uzanarak müseccel hâle gelmiştir. O filmler hayatımıza girmeden evvel şaban lafzı sözlüklerde mukaddes bir ayın adı olarak yaşarken seksenli yıllardan sonra yanına -laşmak ekini alarak ait olduğu mânâ kökünden uzaklaşıp pejoratif bir anlam kazanmıştır. Sağına aldığı ekle geçişsiz fiil özelliğine kavuşup “Şabanlaşmak” olarak yeni bir şekil alan kelime, “aptal, budala, şaşkın duruma gelmek, aptallaşmak, budalalaşmak, bönleşmek” anlamlarını kazanmıştır. Ayrıca sözcük birçok yerde de ‘argo’ olarak geçmektedir.

Hiç şüphesiz Kemal Sunal Türk sinema tarihinin en mâhir ve başarılı oyuncularından birisidir. Zîrâ kendisinin tahrip gücü yüksek oyunculuğu sayesinde o isim farklı bir forma bürünerek ait olduğu özden kopmuştur. Ardında bıraktığı iz kamusa geçecek kadar büyük bir başarıyı(!) bugüne kadar kim yakalayabilmiştir? Yüz yıllık cumhuriyet tarihinde sanatkâr pâyesine sahip olan şahıslardan hangisinin bu kadar köklü bir kavram cinayetinin altında imzası vardır? Sanatı dışında hiçbir aktivizm sergilememesine rağmen Sunal, laik, Kemalist elitlerin hepsinden daha çok mensup olduğu ideoloji ve dünya görüşüne hizmet etmiştir. Artık mütedeyyin bir aile evlâdına o ismi yakıştıramıyorsa, adı geçen zâtın oyun gücüyle millete atmış olduğu kazıktan dolayıdır bu. Kimse te’vil etmeye kalkışmasın, zîrâ hakikat bütün çıplaklığıyla ortadadır. Şaban’a kurulan pusu etkili olmuş, hedefi on ikiden vurmuştur.

Dünden bugüne ise ne yazık ki hiçbir şey değişmedi. Bugün yine aynı zihniyet, emrindeki fesat ordusuyla doludizgin mel’anet yaymaya devam ediyor. 2000’li yıllarda başlayan “Recep İvedik” furyasıyla sessiz ve derinden yeni bir kavram cinayetinin taşları döşeniyor.

Yarınlarda bu toplumun lügatine muhtevası küfürle özdeşleşen “recepleşmek” diye bir ucûbe girerse hiç kimse şaşırmasın. Zîrâ bu filmler çekilmeye devam eder ve millet de kendisine uzatılan zokaları bu kadar kolay yutarsa ileride o isim de sıkletten düşüp çürüğe çıkacak ve bir süre sonra da sakınılanlar listesine girecektir.  

Hayli zaman önce yakından tanıdığım bir sinema oyuncusu arkadaşım sohbet esnasında bana ameliyatla cinsiyetini değiştiren bir ses sanatçısından bahsederek şöyle demişti: “Vefat ettiğinde cenazesine gider, namazını kılarım. Ama imam ‘hatun kişi’ niyetine bile demiş olsa ben içimden; ‘er kişi’ olarak tekbir alırım. Çünkü Allah onu öyle yaratmış.” Bu sözü işittikten sonra kendimi ona daha yakın hissetmiştim.

Zîrâ bu sözlerde “kulun tercihini Hakk’ın takdirinin önüne geçirmeyen” bir edep ve incelik saklıydı. Böyle bir yaklaşımsa o dünyada örneğine az rastlanır cinstendi. O dünyaya mensup olan zevâtın çoğu bu gibi durumlarda; “Kendi tercihidir, saygı duyuyorum.” diyerek ilâhî takdiri dışlayan seküler bir tavır sergiliyordu.

Bedense bize verilmiş olan bir emanetti. Üzerinde aklımıza estiği gibi tasarruf yapamazdık. Bizi dünyaya gönderirken rûhumuzun üstüne beden elbisesini giydirip cinsiyetimizi belirleyen Cenâb-ı Hak’tı. Vade dolana kadar onu korumak, dolduğunda ise aldığımız gibi sahibine teslim etmekle mükelleftik.

Aynı şekilde kutsalımız da bize emanetti. Onu da gelişigüzel ağzımıza alamaz, şakacıktan da olsa üzerine çıkıp tepinemezdik. Rol icabı dahi olsa hafifletilmesine göz yumamazdık.

Kemalizm, laiklik ve de içi pek doldurulamayan cumhuriyet değerlerine saldırıldığında şahin kesilen bu zihniyet, nedense aynı hassasiyeti bu toplumun kadim değerlerine karşı göstermemiş, çoğu zaman da el altından onlara yönelik düşmanca eğilimi desteklemiş ve hattâ bazen de o değerlere karşı girişilen örtülü sûikastların suret-i haktan görünen mûnis bir tetikçisi olmuştur. Hakikat ayan beyan ortadadır. Ancak sekülerleşen bir zihin işlenen bu cinayeti görmezden gelebilir.

Kariyerini büyük ölçüde o isim altında çevirdiği filmlere borçlu olan Sunal, bu işin ne fikir babası ne de planlayıcısıdır. Yalnızca taşeronudur. Diğer sorumlularsa o filmlerin yapımcı ve yönetmeni olan şahıslar ve tabiî bir de konsept danışmanlarıdır. Onlara bu aklı veren perde arkasındaki görünmez elleri de unutmayalım. Hiçbirinin bu işteki sorumluluğu onunkinden az değildir. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, eğer bu şahıs ustalık ve hünerini bu yolda kullanmamış olsaydı böyle bir netice ortaya çıkmazdı.

Gerçekte ben burada Kemal Sunal’ın şahsını yargılamıyorum. Ona da hâkim olan sakim bir zihniyete işâret ediyorum. O ve o dünyaya mensup olanların inandığı laik ahlâk öğretisini sorguluyorum. Şayet Sunal kendisine teklif edilen rolü, onun ileride toplumun bağrında açabileceği gediği gördüğü hâlde kabul etmişse hiç şüphesiz mücrimdir. Eğer bunu görememiş ya da fazla önemsememişse, o zaman da nâkıstır. İçinden çıktığı toplumun kutsalına karşı kör ve hissizdir. Bu da onu ideal bir sanatkâr olmak vasfından mahrum kılar.

Evet, bu şahıs mesleği ve toplumda işgal ettiği yer bakımından sanatkâr olabilir. Ama hikemî açıdan bakıldığında gerçekten o pâyeyi taşımaya layık mıdır? Muhteremin feyizli bir aya aşağılayıcı bir anlam ve çağrışım katmak dışında ürettiği bir artı değer var mıdır? Sanatkâr, toplumun sahip olduğu değerleri ucuzlatıp onları ıskartaya çıkartan adam mıdır? İçinden çıktığı cemiyetin mukaddesleri üzerinde tepinen bir şahsa sanatkâr denilebilir mi?

Mazbut tavrı, tevazuu ve firmanın teklifini reddederken sergilediği duruşundan dolayı Sunal’ı alkışlayan ellere, onu öven dillere şunu sormak istiyorum: Aynı şahıs, kendisine “İnek Şaban” rolü teklif edildiğinde de benzer bir hassasiyeti göstermiş midir? O filmlerde oynayıp Şaban’ı katlettikten sonra en az yirmi yıl daha bu gök kubbe altında nefes alıp vermeye devam etti. O zaman zarfında yol açtığı fâciadan dolayı vicdan azabı çektiğine şâhit olan var mıdır? Binaların yıkılabileceği ihtimalini göz önüne alarak firma reklamında oynamayı reddeden adam, acaba kutsalımıza karşı girişilen bir tecavüzün taşeronu olmaktan ötürü hicap duyuyor muydu?

Kemal Sunal mütevâzı bir karakter ve iyi bir insan olsa da kelimenin tam anlamıyla bir seküler ahlâk numûnesidir. O ahlâk anlayışı ise görüldüğü gibi bize kim olduğumuzu unutturmuştur. Bir toplumda yaşayan insanların hayat hakkını önemserken kutsalını yok sayıp görmezden gelen hattâ ona sûikast düzenleyen odakların tetikçisi olmayı marifet sayıp tereddütsüz kabul eden bir anlayış içinden çıktığı topluma hak ettiği değeri vermiyor demektir. Ve yine o anlayış bizi her iki âlemde de saâdet ve huzûra götürecek şifâ reçetesi değildir.