Osmanlı’nın Bâtınîleri hem Sünnî anlayışı korumak adına dışın içinde, hem de fetihlerde onlara etkili bir rol yüklemek üzere Batı sınırında tutma siyaseti, bu yanıyla salt dini / itikadi değil, ekonomi ve muharebeyle de ilgili bir siyasettir.

Bu bağlamda, Bâtınîler fetih yolunda muharebe imkanları bakımından merkezin dikkatinde bulundurulmakla ve fethi takiben onlara kazandırılan ganimet, tımar, kale erenliği… yoluyla teskin edilmişlerdir.

Ayrıca Osmanlı içerideki halkını da geçmişteki Bâtınî kalkışmalardan korumak maksadıyla Fütüvvet müessesinin bir devamı olan Ahîlik’le –pîrler, şeyhler ve ustalar aracılığıyla– kontrolü elinde tutmuştur.

Vahdet-i vücûd nazariyesinin sunduğu entelektüel bir imkanla Osmanlı’nın kuruluşunda başlayan bu merkez ve tarikat ilişkisi, Bâtınîliğin yeni yüzü olan İran kökenli Hurûfîlerin, devletin kuruluş yıllarında üstlendikleri Bektaşîliği bozma, Çelebi Sultan Mehmed, Sultan Murad ve Fâtih Sultan Mehmed zamanlarında saraya sızma girişimlerine rağmen, I. Selim (Yavuz Sultan) devrine kadar sürdürülmüştür.
Ancak bu nihayet, merkez-tarikat ilişkisinin bozulmaya başlamasından ibaret değildir; Osmanlı’nın Batı yürüyüşünü sekteye uğratma, ekonomik ve sosyal düzenin normal gidişatını bozma maksatlıdır. Şöyle ki,

–Şah İsmail, İran’da Safevî-Türk Devleti’ni kurarak, Osmanlı’nın Doğu sınırındaki Batınî unsurları kendisine çekip, yeni isyanları organize etmeye ve daha da önemlisi İslam mülkünde hakimiyet iddiasında bulunmaya başlamıştır.

Böylece, fethi büyük ölçüde durduran ve dolayısıyla hazineyi zayıflatan II. Bayezid’i takiben saltanata geçen Yavuz Sultan Selim’i, hem kendi arka bahçesini yeniden sağlama almak hem de Büyük cihan devletinin ya da daha yaygın kullanımıyla imparatorluğun moral şartı olan Mekke, Medine ve Kudüs hareminin hizmetini üstlenmek maksadıyla Doğu ve Güney seferlerine çıkmaya zorlamış, tarihçilerimizden çoğunun zafer ve hadimlik kelimeleri etrafında çokça süsledikleri bu seferler Batı yönlü muharebe gücünü olumsuz etkilediği gibi, dış’ın içinden iç’e yönelen ekonomik bozulmanın da ilk sebebi olmuştur.

Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi’nde bu süreci ve mezkur sonucu şöyle özetlemiştir:
“I. Selim’in büyük seferlere girişmesi de çiftbozanların –levendlerin ve vilâyetlerde oturan askerlerin– yarattıkları bunalımı giderici bir tedbir olamamıştı. Çünkü ne Doğu Anadolu ve İran ne de Arap ülkeleri birer ganimet toplama alanları değillerdi. Üstelik, artık işsiz-güçsüz insanlar o kadar artmıştı ki, onların hepsini ganimet seferleri doyuramazdı. Nitekim İran’a ve arkasından Suriye ile Mısır’a açılan seferlere karşı askerlerin ne kadar isteksiz oldukları, yapılan yoklamalarda pek çok seferlinin orduya katılmamış bulunduklarının tesbit olunmasıyla açığa çıkmıştı.

Köyünü terk edip, şuraya buraya dağılan çiftbozanlar, başka bir deyimle, ya bir paşanın kapısında iş bulmaya, ya da devletten timar dirliği, kale erenliği, hattâ kapıkulluğu gibi bir geçim hizmeti ele geçirmeye çalışan ‘levendler’ bu iş kapılarının ihtiyaçlarından çok fazla sayıda türemeye başladıkları için, İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük şehirleri de kapsayan Marmara çevresinde toplumsal düzene karşı tehlikeli çiftbozan birikintileri yaratmışlardı ki, bu sözü geçen bölgenin yönetim düzenliği incelenirken, bu gerçek açıkça önümüze çıkar. Hele 1550’den itibaren çiftbozanlık, yalnız asayişi bozma yönünden değil, köylerin boşalmasıyla tarımın büyük zarara uğraması bakımından da ciddi küsüm yaratmıştır. I. Süleyman (da) ömrünün son yıllarında bunun ıstırabını nefsinde duyuyordu.” 


Sonucu savaş olan ilgili hadiselerden görülen odur ki, Şah İsmail, algısı itibariyle bugünlere ulaşan Şiîlik tarikatının ve türevlerinin Osmanlı tarafından da adeta rakip bir “din” olarak konumlandırılmasını sağlamıştır. Artık bu safhadan itibaren imparatorluk siyasetinin köşeleri sadece Bâtınîler için değil ehl-i kitap ve benzeri teba için de keskin olacaktır.

Kanûnî devrinde yakalanan lider konumundaki birçok Hurûfînin Edirne’de öldürülmelerini takiben ilgili grupların Osmanlı’nın dışının dışına itilmeleri (sürgün edilmeleri) söz konusu siyasetin önemli örneklerinden biri olarak kayıtlara geçecek olsa da, Şah İsmail’in Şiî-Bâtınî İran’a tıpkı Selçuklular devrinde olduğu gibi Müslümanların Batı yürüyüşünü sekteye uğratma rolünü, hatta Haçlıların nöbetçi devleti olma vasfını yeniden kazandırması daha baskın hale gelecektir.
Böylece Osmanlı’nın yıkılma sürecinde İran, müttefiki olduğu Haçlıların İslam mülkünü tahrip etmelerini, bunun neticesinde kurulacak olan yeni Türkiye’de tam da kendi arzuladığı cinsten bir Kemalizm tarikatının üretilmesini keyifle seyredecektir.