Bakanlık müfredat değişim çalışmaları ile bir başlangıç yaptı. Dikkatler ve beklenti milli eğitimdeki asıl reformlara dönmüş bulunuyor. Eğitim bilimci  Burhan Akpınar hocanın da  ifade ettiği gibi  Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ve  Yeni  Müfredat  bir  çok bakımdan ilkleri barındırıyor.  Bunların bir kısmını  şu şekilde sıralayabiliriz:

(1)Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, felsefe ve teorik arka planı ile amacı ve kavramlarıyla, eğitimin “maarifleşmesi” yoluna bir ilktir. (2) Evrensel bir olgu olan K-12 Beceriler Seti ile ülkemizin insan profilini buluşturan yapısıyla, milli-evrensel dengesi bakımından bir ilktir. (3)   Metinlerindeki, yerli ve yabancı bilim insanı referansları dengesi bakımından bir ilktir. (4) Ezber yerine beceri temelli anlayışını getirmesi bakımından bir ilktir. (5)   Müfredatın, herkesi vasatta birbirine benzetme problemini, zenginleştirme ve farklılaştırma yaklaşımıyla aşmaya çalışan bir ilktir. (6) Eğitim ile ahlakı aynı kapta (erdemli ve yetkin birey) sunma bakımından bir ilktir. Örnekleri çoğaltılabilecek olan bu ilklere yönelik Millî Eğitim Bakanlığının, büyük emek ve çaba ile ortaya koyduğu bu değişim projesine, derdi millet ve davası maarif olan herkes ve kesimin sahip çıkması gerektiğine inanıyoruz. Bu sahip çıkma Bakanlık ve hükümet kadar, çocuklarımıza ve geleceğimize de sahip çıkma anlamı taşımaktadır. (https://www.youtube.com/watch?v=kJFDXUiMZPA&t=180s).

Yukarıdaki sıraladığımız ilkler eğitimimizin geleceği açısından ümit vermektedir:   Çünkü Bakanlık  Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin (TYMM)    “erdemli ve yetkin birey” hedefiyle,   müfredatın felsefi sorununa, milli bir dokunuş yapmıştır. Ayrıca tek tip müfredat problemine,  müfredata eklenen “farklılaştırma ve zenginleştirme” ile dokunarak kısmen de olsa çözüm sunmuştur. TYMM’nin bütüncül yaklaşımı da, bireyin zihin, kalp, beden ve ruh bakımından dengeli gelişimi için önemli bir fırsat sunuyor.  Müfredata eklenen sosyal duygusal gelişim ise, milli kimlik inşası için kapı aralıyor.

Tabi ki sorun şurada:  Bu müfredatı felsefi duruşuna uygun ve doğru olarak uygulayabilecek miyiz? Tabi ki bu konuda sorumluluk büyük ölçüde öğretmenlere düşüyor. Öğretmenler modeli konumuna uygun  şekilde tatbik edebilirlerse  eğitim sistemimiz, kadim sorunları çözüm yoluna girebilir. Yani; eğitim teorik ağırlıklı olmaktan kurtulabilir. Yine eğitim  merkezi sınavlara payanda olmaktan çıkabilir ve merkezi sınavların gölge müfredatlarından kurtulabilir. Böylece öğrencileri aynı sepete koyma gibi problemleri hafifleyebilir. Bunun için bakanlığın iradesi ve cesareti kadar, öğretmenlerin bu müfredatı bilmesi, benimsemesi ve tatbik etmesi önem taşımaktadır. Bu açıklamalarımızla esasen daha alınması gereken çok daha büyük mesafeler bulunduğunu söylemek istiyoruz.

Müfredat yapılanmasında ve modelde asıl beklediğimiz  dönüşüm yapıldı mı? Biraz sonra söyleyeceğimiz sözü en başta söyleyecek olursak Bakanlığın müfredat çalışmalarında eksik bıraktığı husus   çalışmaları tek bir müfredat üzerinden yürütüyor olmasıdır.    Halkın, piyasanın, çağın ve ebevenylerin talebine göre müfredatın yapısını esnekleştirip çeşitlendirme ihtiyacı görülmemiştir. Bu çocuklar devletin olduğu kadar, anne-babanın da çocuğudur. Tek tip müfredattan çoklu müfredata niçin geçmiyoruz? Milli Eğitim Müdürleri/rektörler, 

Valilik ve kaymakamlıklar/ Belediyeler başta olmak üzere ilin, ilçenin hatta kimi okulların kendi müfredatını yapabilme yetkisini artırmaktan niçin kaçınıyoruz? Öğretmene ve idarecilere  güvenmekten niçin imtina ediyoruz?

Müfredat tekeli ve katı yapısından dolayı ülkemizde ev okulu gibi  uygulamalara bile  imkan  bulamıyorsunuz. Örnek diye bize gösterilen Batı ülkelerine ve ABD’ye  bakıyorsunuz, karşınıza çoklu  müfredatlar ve müfredat çeşitliliği   çıkıyor.    

Tek Müfredat Yerine Esnek Müfredat

Bakanlık müfredat değişim çalışmaları ile bir başlangıç yapmıştır. Dikkatler ve beklenti milli eğitimdeki asıl reformlara döndü. Ancak yine görüyoruz ki tek bir müfredat üzerinde yoğunlaşıyoruz.  Halkın, piyasanın, çağın ve ebevenylerin talebine göre müfredatın yapısını esnekleştirip çeşitlendirilmesini bekliyoruz.  Çünkü bu çocuklar devletin olduğu kadar, anne-babanın da çocuğudur.

Hukuk alanındaki normlar hiyerarşisi gibi (Anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik) MEB’inde ülke genelinde müfredatın ilkelerini belirlemeli. Her ilin (ilçenin) bu ilkeler çerçevesinde kendi müfredatını yapabilmesine müsaade etmeli. Örgün eğitim dışında da bir müfredat hazırlamalıyız. Anne babanın müfredat üzerinde yetkisini, çocuğunun eğitimi üzerinde katkısın  artıralım mesela ev okulu müfredatını hayata geçirelim. Dünyada birkaç okulun bir araya gelerek müfredat geliştirdiği bilinmektedir.

Ne yapabiliriz?

Öğrencinin 12 yılını adeta ipotek altına alan mevcut sistem, ne öğrenciye ve ne de ebeveynlere ne öğrenmek istediği konusunda söz hakkı vermemektedir. Ders kitapları da bu minvalde geliştirilmektedir. Hâlbuki başarılı eğitim sistemleri müfredatın olabildiğince esnek olmasını öngörür. Müfredat belirlemede Finlandiya örneğinde olduğu gibi öğretmen ve öğrenciyi tamamen özgür bırakan sistemler de vardır. Nitekim Finlandiya eğitim sistemi Avrupa Birliği ülkelerinin en başarılı eğitim sistemidir (SAT kriterlerine göre). Bu sistemde öğretmen, dönem başında öğrencileri düzey gruplarına ayırıp, her grupla ortak olarak öğrencilerin de görüşlerini alarak müfredatını ve ders etkinliklerini planlar.

Türkiye’de henüz bu kadar esnek olmasa dahi, en azından farklı yetenek ve ilgi düzeylerine göre müfredat farklılaştırılabilse ve ders atlama, konu atlama, sınıf atlama gibi seçenekler kullanılabilse eğitim kalitesinde büyük farklar meydana gelecektir. Özellikle ileri düzey zekâ ve yetenek sahibi öğrenciler sistem tarafından köreltilmekte ve okul ortamından soğumaktadırlar. Bu tür öğrencilerin söz konusu problemi yaşamalarının sebeplerinden biri düzeylerinin altında bir müfredat takip edilmesi ve zorlayıcı rekabet ortamının tesis edilememesidir. Bu ise öğrencinin gerekli çalışma disiplini kazanamamasına sebep olmaktadır. Tüm öğrencilerin aynı düzeyde olması, fıtrata muhalif olduğuna göre, her branştan ve her sınıf düzeyinden en az dört farklı derecede müfredat hazırlayıp, yeteneğe göre müfredatın farklılaştırılması ve zenginleştirilmesi elzemdir. Bu durumun yükseköğretime yansıması, tematik üniversiteler olacaktır. Zira mevcut halde Türkiye’de her üniversite aynı şekilde yapılandırılmakta ve benzer müfredatlar uygulanmaktadır. Hem de bu çağda bu kadar farklı meslek varken, bu denli bireysel farklılıklar vakıa iken ve piyasa bu denli çeşitlenmiş iken...

Eğer gerçekten yerli ve milli bir eğitim hedefliyorsak İngilizce gibi yabancı dil öğretimi ilk ve ortaokul müfredatından kaldırılmalı, lisede seçmeli ders haline getirilmelidir. Üniversite de dâhil olmak üzere eğitimin hiçbir aşamasında ve türünde yabancı dille eğitim-öğretim yapılmasına müsaade edilmemelidir. Kürtçe, Osmanlıca, Arapça ve Farsça tarihi ve kültürel 

değerlerinden ve sosyolojik realiteden dolayı müfredatta yer almalıdır. İmparatorluğumuzu tarihe gömen, yüzbinlerce gencimizi şehit eden, bizi inanç coğrafyamızdan koparak ve onları bize yabancılaştıran bir milletin (İngiltere) diline gösterdiğimiz hürmeti, gönül coğrafyamızın dillerine de göstermeliyiz.  Temel beceri eğitimini (ustalık eğitimini) şimdi olduğu gibi araya serpiştirmek yerine anasınıfı, ilkokul ve ortaokulun müfredatının temeli yapmayı konuşmalıyız.

Bunları yapmadığımız takdirde yine seküler ve batıcı eğitimimizin çocuklarımızın zihnini köleleştiren mevcut müfredatı muhafazakâr söylemlerle cilalamakla yetinmek zorunda kalacağız. Eğitimle ilgili her ciddi adımda seküler kesimin aşırı tepkisinden çekindiğimizden olsa gerek, bir yandan onları ürkütmemek, diğer taraftan muhafazakar kesimden gelen haklı taleplere de tamamen kulak tıkamamak adına bir şeyler yapıyor ve her iki kesimi tabiri caizse idare etmeye çalışıyoruz. Oysa böylesi bir tavrın neticesinde ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamayacağımızı bilmemiz gerekiyor ki vakıa bunu doğruluyor.   

Çözüm için gerçek problemlerin iyi görülmesi gerekiyor. Okullardaki yozlaşmanın kaynağına inmek istediğimizde tek tip ve merkeziyetçi müfredat anlayışının asıl sorumlu olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Yani yozlaşmanın asıl sorumlusu; her şeyin sıkı sıkıya müfredatla belirlendiği yapıda, müfredatlar ve bunların doğal sonucu olarak bilginin hedef halini alması ve sınavcı yapı ve merkezi sınavlardır. Üstelik mevcut müfredatçı yapı, ders kitapları yazımını rant sistemine dönüştürmektedir. Özel ders kitapları  ve özel kurslar öne çıkmakta; mesleki eğitime yönlendirmenin de en büyük engelini teşkil etmektedir. Devlet bedava kitap dağıtımı ile zarara uğratılmaktadır. Çoğu okullar devlet kitaplarını kullanmamakta, sene sonunda bu kitaplar büyük ölçüde çöpe gitmektedir. Daha ilkokuldan itibaren merkezi sınavlarda başarılı olmaya odaklanan çocuk ve gençler sosyal hayattan uzaklaşmakta, sosyal ve psikolojik yönden problemli hale getirilmektedir. Merkezi sınavların oluşturduğu ikinci bir “gölge müfredatın” yüklediği ek özel kurs ve kitap masrafları ile aileler büyük maddi kayba uğratılmaktadırlar. Hulasa, her şeyin tek merkezden yapılandığı, tek müfredatcı anlayış, eğitimi sömürü düzenine dönüştürmekte; kripto yapıların dolaylı ve dolaysız etkilerine maruz bırakmaktadır.

Tek tip müfredat, yaratılıştan getirilen bireysel farklılıkları, müfredat düzleminde törpüleyerek, hepsini vasati bir çizgide birbirine benzetmekte ve aslında sıradanlaştırmaktadır. Herkese devletin olumladığı aynı kanın şırınga edilmesi gibi. Bunun kısa vadedeki zararı, tek müfredatın tek doğrusu olmasıdır. Zira birçok alanda doğru çokludur veya doğrunun tonları söz konusudur. Oysa tek doğruya dayalı müfredat, bu çoklu doğrulara mensup bireyleri ikiyüzlü yapmaktadır. Yine doğrusu tek olan müfredat, doğrunun çoklu olması veya tonlarının olması karşısında, kaçınılmaz olarak çatışmaya yol açar.

İlkokullarda bile ders amacı ve konuların muhtevası anne – babaya, öğrenciye hatta öğretmene ve okula rağmen, tek merkezden belirleniyor. Birey, ebeveyn ve bölge ihtiyaçları dikkate alınmıyor; hatta köyde oturanla şehirde oturanlara aynı müfredat dayatılıyor. Üstelik bu tekelcilik kabullenilmiş durumda. Hatta sendikalar ve sivil kuruluşların çoğu da devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmiyor; gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların uzağında kalıyorlar. Eğitim problemi deyince yaptığımız şey, tekelci sisteme nasıl daha iyi bir renk kazandırmanın ötesine geçmiyor!

Hulasa yukarıda bazı  ayrıntıları verdiğimiz gibi çözüm için değişik metotlar var. Devlet, eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde kısmen yada tamamen konum değiştirmelidir. Devlet sadece bazı temel dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin temel fen-matematik dersleri yanında tarih, 

kültür ve medeniyetimize dair bir kısım derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Ancak bunların dışındaki derslerin amaç, muhteva ve süresini, içinde suç unsuru barındırmadıkça   okulların kendilerinin  belirlemesine izin vermelidir.    

Ortak Müfredat için Çıkış Yolları

Ülkemizde müfredat denilen gerçek sorunun    müfredat tekeli (yada ortak müfredat) olduğunu az da olsa dile getiren bazı aydınlarımız var. Bunlardan birisi de ünlü matematikçi Matematik Köyünün kurucusu Ali Nesin’dir. Hatırlarsanız Ali Nesin’in Milli Eğitim Eski Bakanı Nabi Avcı’ya: Devlet profesörüne güvenmiyor ki ilkokul öğretmenine güvensin! Sözü medyada haber olmuştu. (https://www.hurriyet.com.tr/egitim/ortak-mufredat-egitimi-felakete-surukluyor-28613814) İlgili haberde Ali Nesin ortak müfredat sorununu şöyle özetliyor: Türkiye’de, eğitimde, sistem sorunu yok. Yegâne sorun eğitimin merkezi olması. Milyonlarca öğrenci için aynı müfredat uygulanıyor. Ancak müfredat belirlenirken öğrencilerin aynı koşullarda, aynı zekâda ve yapıda olmadığı göz ardı ediliyor. İhtiyaçlar, alışkanlıklar, ekonomik düzey aynı değil ama binalar aynı, öğretmenler aynı, anlayış aynı, müfredat aynı. Eskiden Türkiye’de az sayıda insan eğitim gördüğü için aynı müfredatın uygulanması büyük bir sorun olmuyordu. Farklı beklentileri ve becerileri olan milyonlarca kişiye aynı anlayışı sunmak ancak bir felakete yol açabilir, nitekim olan da bu.

Ali Nesin bunları söyledikten sona şunları teklif ediyor:

Eğitim merkeziyetçilikten ve hükümetin etkisinden kurtulmalı, eğitim birliğinden vazgeçilmeli. Bunun yerine her bölgede akademiler kurulabilir ve bu akademilere özerklik verilebilir, en azından belli çerçevede. İlkokullardan üniversitelere kadar tüm eğitime bu akademiler hükmetmeli. Yani YÖK de bu bölgesel sisteme dâhil edilmeli. Her akademi de üniversitelere özerklik tanımalı. Aslında işin özünde özgürlüklerin kısıtlanması bulunuyor. Bürokrasi ve merkeziyetçilik sorun ve çaresizlik üretiyor. Çözüm, insana güven ve özgürlükleri kısıtlamamaktadır. Halkı cahil görmek ve sorun çözümüne dâhil etmemek felaketin kaynağıdır. Halka bırakılsa elbette halk ihtiyaca göre eğitimi yapılandıracak ve nasıl çözeceğini gösterecektir”. 

Şöyle devam ediyor:

“Eğitim merkeziyetçilikten ve hükümetin etkisinden kurtulmalı, eğitim birliğinden vazgeçilmeli. Bunun yerine her bölgede akademiler kurulabilir ve bu akademilere özerklik verilebilir, en azından belli çerçevede. İlkokullardan üniversitelere kadar tüm eğitime bu akademiler hükmetmeli. Yani YÖK de bu bölgesel sisteme dahil edilmeli. Her akademi de üniversitelere özerklik tanımalı. Aslında işin özünde özgürlük istiyorum. Bürokrasi ve merkeziyetçilik sorun yaratır, çaresizlik yaratır. Oysa özgürlükte sorunlar çözülür. Halk çok iyi bilir sorunları nasıl çözeceğini. Halka güvenilmeli. Ayrıca bu bölgesel akademiler arasında rekabet olur, rekabetten de hep güzel şeyler çıkar, özellikle bilim, sanat ve eğitim alanlarında. Avrupa’da bilim akademileri ve üniversiteler rekabetten dolayı palazlanmışlardır. Öğretmene güvenmeli.

Hükümet müfredatı en küçük ayrıntısına kadar belirliyor. Hangi gün, hangi konuların işleneceği okullara gönderiliyor. Oysa hükümetin sunduğu izlence sadece bir tavsiye olabilir. MEB, öğrencinin yıl sonunda edinmesi gereken kazanımları, bilgi ve becerileri sunabilir ve tavsiye niteliğinde bir izlence sunabilir. Neden her öğretmen dersleri aynı sırayla ve aynı biçimde öğretsin ki? Eğer özgür bırakılırlarsa, öğretmenler öğrencilere en iyi bildikleri biçimde anlatırlar. Kendimizin öğretmen olduğunu düşünelim. Nasıl en verimli oluruz? Emir kulu olarak mı, yoksa özgür bireyler olarak mı? Üstelik öğrenciler bir sınıftan bir diğerine farklılık gösterir. Kimi yavaş anlar, kimi hızlı, kimi oyunla anlar, kimi uygulamayla, kimi de masa başında teorik çalışmak ister. Kimi öğretmen bazı konuları farklı anlatmak ya da konuların yerlerini değiştirmek isteyebilir.

Devlet vatandaşına ve öğretmenine güvenmeli. Ankara’daki bürokratlar, çocukları ve kapasitelerini öğretmenler kadar iyi tanımıyorlar. Öğretmenlere özgürlük tanınmalı. Özgür öğretmen öğrenciye de kendisine de daha faydalı olur. Her öğretmen en iyi bildiği konuyu, en iyi şekilde anlatır. Bunu hayata geçirmek için sistemi değiştirmeye bile gerek yok. Öğretmene güvenmek yeterli. Ama tabii her şey anlayış meselesi, vatandaşına güveniyor musun, güvenmiyor musun? Vatandaşa güvenmek zorundayız, güvenmiyorsan da denetim mekanizmasını çalıştırırsın. Ama en baştan “vatandaş yanlış yapar, aman yanlış yapmasın” düşüncesiyle yola çıkmak çok yanlış.