Önceki yazımızı, “Sünnî anlayışa tabi Vahdet-i Vücud’un, kurulmasına ramak kalmış Osmanlı’nın sadece Sünnî ve heretik unsurlarıyla İslam ümmetini değil, kitap ehli olan ve olmayan unsurları da yöneteceğine dair mümince bir ferasetten kaynaklandığına ve onun hitabının o zamanki devlet ehlince de doğru anlaşıldığına dair bir tereddüdümüz yoktur.” diyerek bitirmiştik.

Böylece şu iki durumun altını da çizmiş olduk: 1-Osmanlı’nın merkezinde İslam ümmeti olmak üzere, tüm ümmetleri yöneteceğinin öngörülmesi, 2-Yeni devletin tüm inanışlar için güvenli bir şemsiye olarak kurulması.

Sultan Sencer’in başı-bozuk Oğuzlar’a yani kendi milletine esir düşmesiyle yıkılması mukadder hale gelen Büyük Sulçuklular’dan sonra da İran’da örgütlü en büyük güç olarak görünen İsmailîler iktidarı hiçbir zaman ele geçiremediler.

Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık yarım asır önce Moğol Hülâgû, önce Alamut Kalesi’ni zaptedip İsmâilîlerin kısmî hâkimiyetine ve ardından 800.000 ila 2.300.000 olarak rivayet edilen sayıda Müslümanları kılçtan geçireceği, kütüphaneler dahil kültüre ait her ne varsa tahrip edeceği Bağdat’a giderek Abbâsî hilafetine (656/1258) son verdi.

Hülâgû kendi ilhan ünvanına nispetle İran ve periferisinde İlhanlılar olarak anılacak olan devleti kurmakla kalmadı, Anadolu Selçukluları dahil Cezire, Suriye ve Mısırda hüküm süren Müslüman emirliklere karşı, Bizans-Küçük Ermeni Krallığı-Fransa Krallığı-Haçlılar-papalık ittifakı içinde yer aldı ve Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık yarım asır sonra, birçok hânedanlığa bölünerek yıkıldı. (Bkz.: TDV, DİA, Hülâgû maddesi)

Türkistan diyarından kopuk gelen Osmanlı’nın devraldığı Anadolu, halen Osmanlı dışında muhtelif beyliklere yurt olmasının yanı sıra Sünnî mezhep, Rum ve Ermeni, Şiî, ‘aşırı uç/gulat - sapkın/ibahiye/heretik tanımlı Batınî tarikat mensuplarından oluşan bir tebaya sahipti. Öte yandan, kurucusu olan Osman Bey de tıpkı Alparslan gibi daha ilk günden Batı’ya yani Hıristiyan dünyaya yürümeyi hedef edinmişti.
 

İşte Vahdet-i Vücut anlayışı, zikredilen hercümerce rağmen İbnü’l-Arabî’nin müntesiplerince, yöneticilere açık bir mesaj, net bir pratik, uzun soluklu bir ideal olarak bu devirde sistemleştirildi. En özet söyleyişle Osmanlı da bu nazariyattan ilk olarak şunu anladı ve uyguladı:
Tebasız devlet olamayacağı gibi, tebasında adalet, ahlak, ekonomi ve son olarak din ilişkilerini doğru tanzim etmeyen devlet de uzun ömürlü olamazdı. Bunlara tabi olarak tesis edilen Osmanlı, Sünnîler dahil zikrettiğimiz çok parçalı inanışların mensuplarıyla şu anlaşmayı yaptı:

O, zikrettiğimiz hususları hassasiyetle gözeten bir devlet olacak, onun çatısı altındaki her türden inananlar devlete zarar vermeme ve onunla çatışmama esasında, hadleri, tasavvufî fıkhı özümlemiş kadılar tarafından belirlenecek olan düşünme ve amel etme serbestliğine sahip olacaklardı. Bu aynı zamanda ilgili grupların devlet tarafından doğru işe koşulması, devletle ilişkilerinin doğru konumlandırılması anlamına geliyordu.
 

Bu bağlamda bizim konumuz olan Batınilerin durumuna gelecek olursak:
Sünnî anlayışta hem inanç ve hem de devlet yönetimi açısından hiçbir zaman merkeze dahil edilmeyen Bâtınî unsurlar, İslam’ın içinde görülmeyerek, İslam’ın dışının içinde konumlandırılmışlardı.
Osmanlı bununla nazariyatla amelin bir şahikası olarak niteleyebileceğimiz şu iki sonucu üretmişti:

Sultan Alparslan’dan beri cihat amacıyla serhatlerde bulunan alperenleri desteklemek bir devlet geleneği haline gelmişti. Bu çerçevede kendisi de bir Uç Beyliği’nden teşekkül eden Osmanlı’nın yaptığı ilk şey, zaten Tevhid inancının ulaştırılmasına açık bulunan Batı serhattindeki -reisleri daha çok Abdal ya da Baba olarak isimlendirilen- Bâtınî unsurları orada bulunmaya teşvik etmek… Konuyla ilgili olarak daha geniş bilgiye ihtiyaç duyanlar, bizim mezkur yaklaşımımızı kısmen desteklediği için değil, mezkur konuda doğru kayıtları ihtiva ettiği için şu çalışmaya bakabilirler: Haşim Şahin – Dervişler, Fakihler, Gaziler
– Erken Osmanlı Döneminde Dini Zümreler (1300-1400), YKY, İstanbul 2020


Osmanlı’nın söz konusu teşvikinin ilk yararı -kuruluşundan Yavuz Sultan Selim devrine kadar olan- fetihlerde görülmüş; bu sayede Batı serhattindeki heretik unsurlar yoluyla, fethe muhatap halkın İslam’la şu ya da bu oranda tanışması sağlanmış ve bu sayede fethin şiddeti -deyim yerindeyse- onlara biçilen “hava yastığı” rolüyle azaltmıştır.

İkinci yararı ise devletin onların bilkuvve fitnelerinden mümkün olabildiğince korunmasıdır.