ABD-İsrail terör devleti eliyle Gazze’de sürdürülen vahşet ve soykırımın 90. günündeyiz.

Bir söz klişesine dönüşmemesi vahşetin boyutlarını zikretmeyeceğim.

Filistin’de İngiliz mandası altında 1917 beri süregelen, 1948’de ABD’nin burada bir askeri üs kurma amacıyla resmileşerek ABD-İsrail terör devleti adı altında sistemli bir sürgünlüğe, katliama ve işgale dönüşen savaşın, Filistin’le sınırlı olmadığı, gerek Arz-ı mev’ud fantezisiyle gerekse hemen güney sınırımızdaki şer güçleriyle başta Türkiye gelmek üzere bölge ülkelerinin tümünü etkilediği malumdur.

Konuyu Türkiye özelinden açacak olursak, henüz bombalı, toplu, tüfekli olmayan, ancak mevcut toplumsal işleyişi sekteye uğratmaya, siyasal ve ekonomik bir teşevvüşü başlatmaya yönelik “başka bir savaşın” içine çekilmek istendiğimizi an be an görüyoruz.

“Bu kaçıncı deneme; son olarak 15 Temmuz’da kuyruklarını kıstırıp kaçtılar, ders olarak onlara yetmez mi?” diye düşünmek ilk bakışta doğru görünse bile, o “bir başka savaş”ın büyük tehlikesine karşı en azından gaflete düşmeye sebeptir.

Zira, aşağıda zikredeceğimiz üç yeni olayda, önce FETÖ elemanlarının harekete geçtiği, dışarıda ABD-İsrail’in himayesinde, içeride “eski defterlerle yeni hesaplaşma kurguları” üretmek için bekleyen hazır kıtalara katılarak saklanmış olanlarının öncelikle “modern iletişim kanalı” yanılsamasıyla hemen hepimizin içine düştüğü sosyal medya kanalizasyonundan fışkı savurmaya başladıkları, ilgili hemen her hadisede ortaya çıkmaktadır.

Bu bağlamda şu söz daima geçerlidir: “Ne içeride ne de dışarıda Pişman olmuş bir FETÖ elemanı yoktur; tıpkı bir bukalemun gibi renk değiştirmiş FETÖ elemanı vardır ve bunlar aynı zamanda CIA ve MOSSAD’ın en kullanışlı aparatlarıdır.”

Zikrettiğimiz teşevvüşe “Eski defterlerle yeni hesaplaşma kurguları” planında malzeme yapılmak istenilen son üç olaya gelince:

1-Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, TBMM Genel Kurulu’nda konuşurken, “Milli Eğitim Bakanlığı’nın protokollerinin 986 tanesi STK’larla. Bunların içinde sizin tarikat-cemaat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılarla toplasanız on tane protokolümüz vardır. Onlarla da protokol yapmaya devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor. Onlardan siz bunun için rahatsızsınız.” demesi;

2-Önceki yıllarda Köln, Duisburg ve Katar’da, geçtiğimiz hafta ise Suudi Arabistan’ın teklifi, TFF’nun önerisi ve Galatasaray ile Fenerbahçe kulüplerinin onayıyla Riyad’ta yapılması planlanan Süper Kupa maçının, güya (ki, asıl nedeni hâlâ netleştirilmemiştir) formalarda yer alabilecek resimler, protokol sırlamasındaki tartışmalar yüzünden oynanmaması;

3-Pençe-Kilit Harekatı bölgesinde 12, Filistin’de yüzlerce şehit kardeşimizin anılması maksadıyla gerçekleştirilen Galata kıyamından hemen sonra, Filistin bayrağı taşıyan bir katılımcının, faşistler tarafından devşirilmiş bir gencin saldırısına uğramasını fırsat bilen kimi gazeteci, sanatçı sıfatlı provokatörlerin sosyal medyada paylaştıkları “ellerine sağlık” mesajlarıyla şiddeti ve toplumsal ayrışmayı körüklemeye kalkışmaları.

İlginç olan her üç olayda da ana malzemenin laiklik olarak seçilmiş olmasıdır.

Şunu peşinen belirtelim: Türk tipi Laikliğin anayasasının değiştirilmez hükümleri arasına sokulduğu 5 Şubat 1937 tarihinden bugüne, köprülerin altından çok sular akmış, çoğu zaman cebren bazen de hileyle ya da toplumsal birliğin muhafazası kaygısıyla laiklik karşıtı olan vatandaşların akılları, zihinleri planlı ve etkili bir şekilde “enenerek” hemen herkes şu ya da bu oranda laikleştirilmiştir. Bugün itibariyle laiklik, özellikle AK parti iktidarının devletin bekası kapsamında yaptığı bir dizi uygulamayla problem olmaktan çıkarılmıştır.

Ancak AK Parti iktidarını, kendi sultalarının yıkılması, müstemlekeciliklerinin işlevsizleştirilmesi… bakımından hazmedemeyen beyazlar tayfasınca laiklik meselesi laikçiliğe dönüştürülerek, her zaman toplumsal bir kavganın aracı haline getirilmek istenmiştir.

Zikrettiğimiz üç olayda da laikliğin “laikçilik” saikiyle ortak malzeme olarak seçilmesinin nedeni son tahlilde budur ve tartışmasız olarak bunun adı da eski defterlerle yeni hesaplaşma kurguları yapmaya çalışmaktır.

Bunda, 28 Şubat sürecinde “postal yalayıcı” ünvanını kazanmış, şimdilerde dokuz köyden kovulmasının kuyruk acısıyla ABD-İsrail propagandasının maşası olmayı seçmiş bir gazeteci eskisinin; İsmet Özel’in büyük şiiri ve vakur duruşu altında onunla ilk yoldaşlığı bakımından ezim ezim ezilmiş bir kifayetsiz muhteris şairin başı çekmeleri ise, -asla unutulmamak üzere- not edilmesi gereken özel bir durumdur.