Güneş yorgun bir akşamı bize bırakıp uzaklaşıyor sahilden. Gökyüzü ve deniz yine çok özlemişler birbirlerini. İçimde günden güne biriken, eylemi gitmek olan tüm cümleleri, fıtratından uzaklaşan düşünceleri, karanlığa bakan yüzleri bir vapurla uğurlamak istiyorum. Ve sığınmak istiyorum; bahçesinde oturduğum caminin sükûnetine, mezarlıkların beyaz ölümleri hatırlatan taşlarına, içeri girince beni karşılayan ahşap kokusuna.. 

Şehri yüksekten görmeyeli epey olmuş. Bulutlara yaklaştıkça dünyada kapladığı alanı, acziyetini, ne kadar az teşekkür ettiğini, eksik kalan yanını, hadsizliğini ve kaybettiklerini fark ediyor insan. Arkasında sürpriz hazırlamış gibi uzadıkça uzuyor dar sokaklar. Bir süredir giymediğim bordo ceketimin cebinde unutulan umutlar, hayal kırıklığı olup dağılmış gibi. Martılardan öğreniyorum mevsimini kaybetmiş bir kuşun neden uçmak istemediğini. Son köşe başını döndükten sonra efkârla uzaklara, tarihin kahverengi hüzünlerine bakan camide bir secde armağan etmeliyim kendime. Anlamsızlığı kalabalık caddelerde unutmalıyım. Merhametin avuçlarına bırakıp ellerimi, konacak dal arayan kuşlar, içinde gözyaşı biriken insanlar, yolunu kaybetmiş yolcular gibi sığınmalıyım o kapıya. Bütün günahlarımla, yarım kalan duâlarımla, eksik kulluğumla adım atmalıyım fıtrata en sâdık mekanlara, gönlüme iyi gelen taş duvarlara, kubbeye yükselen sütunların yanı başına.. 

İnsan bazen sessizliğin sesini dinlemek istiyor. Dinlemenin yerini konuşmak, okumanın yerini yazmak, olmanın yerini görünmek aldığından beri yorgunuz. Migren atağı geçiren bir toplumun da ihtiyacı vardır değil mi ara sıra karanlıklarda kalmaya, sessizliğin kuyusuna düşmeye? “Dünya dedikleri işte şu mezarlık oğlum. Her şey burada bitiyor. Manzara güzel ama öteki taraf nasıldır bilmem. Korktuğumuzdan kurtarsın Allah” diye duâ etti yanıma yaklaşan ihtiyar amca. Oysa ki başka gündemlerim vardı henüz. Başımı sanal dünyadan kaldırıp göz göze geldim. Korkularım ne kadar da sahteydi, korktukça O’na yaklaştıran sahih korkular karşısında.. İçimde hiç ölmeyecekmiş gibi yürüyen benliğim, ruhuma dönüp ‘ölümlü’ bir gözle baktı bu kez. “Dünya mescittir” diyebildim önce. “Şu gördüğümüz şehir, içinde nice hayatlar taşıyan deniz, hiç aksatmadan görevini yerine getiren, sorumluluk bilinciyle kuşanmış güneş ve bu sisli gökyüzü mescittir. Fakat neden bu kadar sahiplenir insan? Neden her şeyi yönetmeye, her şeyi duymaya, görmeye çalışır?” Sorular ve cevaplar ötelere götürdü bizi. Hakikat çölüne ulaşmaya çalışan bir seyyahın neden bu yola çıktığına dair heybesinde biriken soru işaretlerini, üzerindeki tozları, açlığını ve hiç eksiltmediği umudunu bulması gibiydi kelimeler. Esans kokusu kaldı o günden geriye hatırladığım ve mütebessim bir bakış.. 

Akşam olunca eve dönme alışkanlığını kaybediyoruz büyüdükçe. Babalarını bekleyen çocuklar kadar heyecanlı ışıklar. Ve yaşamak, nefes alabilmek, yürümek, göğe bakmak ne kadar anlamlı imana şahit olunca.. Gün batımını izleyip kalkacakken bir fotoğraf görüyorum ekranda. Mısırlı bir anne ve babasını hiç görmemiş çocuğu.. Zindanlara atılan eşine dişinin çıktığını müjdeliyor tebessümle. Ve o an akşam olunca babalarını bekleyen çocukları bir kez daha hatırlıyorum. Yetim kelimesi şehre veda eden güneş gibi iz bırakıyor aklımda. O babanın dokuz arkadaşıyla birlikte idam edildiğini okuyorum gazetelerde.. 

Kalkıp yürüyorum sebepsizce. İçimde yeryüzünün Firavunlarına karşı biriken öfkeye teselli olur mu sokaklar bilmiyorum. Ve üşüyorum artık, akşam olduğundan değil, bu mevsimde ceket giydiğimden de değil, zulmün kıtalar dolaştığı bir çağda yaşamaktan, daha kaç çocuğun babasız kalacağını sorgulamaktan.. Neden yeni doğmuş bebeğinin gülüşüne eşlik edemiyorlar? Neden diş çıkardığını uzaktan, sarılamadan, kokusunu almadan işaret diliyle öğreniyorlar?! Sloganlar atıyoruz, kınamalar yayınlıyoruz ya hani. Madem ki ümmetin son kalesi olmak gibi bir derdimiz var, madem ki konuşmaya gelince mangalda kül bırakmıyoruz, dış güçler bizi kıskanıyor (!) neden yeryüzünün Firavunlarına karşı somut bir eylem, ilkeli bir duruş gerçekleştiremiyoruz. Son yıllarda entelektüel anlamda, devrim niteliğinde kabul edebileceğimiz, hakikat derdiyle ortaya konan, her yönüyle hayata dokunan neler yapabildik? Müslümanlar olarak adalet, ahlâk-din ilişkisi, farklılıklara rağmen “biz” olabilme bilincini henüz inşa edemezken bu suskunluk, bu sahte sloganlar, bu derinliksiz duruş niçin? Dün Kudüs, bugün Mısır, yarın Gazze, Doğu Türkistan.. Coğrafyası yok bu yaşananların. Başka dinden, ırktan, partiden ideolojiden gördüğümüz insanlarla birlikte özgürlük, adalet ve merhamet gibi ortak kelimelerde buluşamadıktan sonra tarihi kahramanlıkları dile getirmenin, Neo-Osmanlıcı, muhafazakâr-milliyetçi tutumlarla hamaset ve popülizm büyütmenin hiçbir geçerliliği kalmayacaktır. Sahte gündemlerden, sanal ve gösterişçi dindarlıktan, konforlu hayatlarımızdan vakit bulabilirsek haritaya bakacağız birlikte. “Her Firavun’un karşısına elbet bir Musa çıkacaktır” sözünü paylaşıp içimizdeki sahte Musalara olan icazetimizi tazeleyeceğiz, vicdanlarımıza sûni solunum yapmış olacağız belki..!  

Onlar yaşamak eyleminin hakkını verenler. “Kıyamet günü Allah’ın karşısında düşmanın olacağım.” diyor idam edilmeden önce hakime. Annesi, şehadetle sonuçlanan bir ömrün teşekkürünü gözyaşlarıyla dile getiriyor Ahmed’in. Onlar derdi dünya olmayanlar, varlığını Rabbine adayanlar, yarınlar için anlamlı dertler biriktirenler..  

Romantik kaygılardan uzak, bizim sıradan gördüğümüz yaşam tarzlarını hayal eden, özgürlüğü özleyen ama tutsaklığı da yalnızca O’na teslim olduğu için özgürlük bilen nice hayatlar var. Bir de kendi hayatlarımıza bakalım dilerseniz. Narsisizm enjekte eden ideolojiler ve tüketim kültürü tarafından ruhu esir alınmış, bedeni hazlarının kurbanı olmuş, yeni bir fikir, yaşam tarzını dönüştürecek anlamlı bir eylem üretemeyen modern insan, daha ne kadar yabancılaşacak kendine? Açık hava hapishanesine dönüştürdüğümüz prangalarla dolu hayatları yeni bir bilinçle ıslah ve ihya etmenin, inandığımız Kitab’a hicret edip onun ilkeleriyle yaşamanın zamanı gelmedi mi? Dert sandığımız onca şeye yüksekten bakmayı deneyelim mi? Belki daha iyi görürüz hâli pür melâlimizi. Belki ne kadar az teşekkür ettiğimizi, ne kadar da sınırsızca yaşadığımızı, kıymet bilmediğimizi, değer vermediğimizi, merhametsizliğimizi ve adaletsizliğimizi görürüz.  

İmanınıza şahit gösterebileceğiniz anlamlı bir öykünün kahramanı olursanız, geride bıraktığınız her şey ile özel olarak ilgilenir Allah. Dişleri çıkan o çocuğun hiçbir şeyden haberi yok şu an. Fakat zalimlerden hesap sormak için, yeryüzünde merhameti inşa etmek için büyüyor. O anneler nice Ahmedler yetiştiriyor Allah’ın derdini dert bilen.. Zindanı Hira’ya dönüştüren o bilinç, yeryüzüne iyilik taşıyan o umut teselli olsun hepimize. Ve selam olsun ölümü tebessümle karşılayan yiğitlere.. 

Üstünlüğü rakamlarda, güce sahip olmakta değil, muttakî olmakta gören İlâhi Kelam'a râm olalım:

"Nice sayıca az (örgütlü ve disiplinli) topluluk, Allah'ın izniyle nice sayıca çok topluluklara galip gelmiştir. Zira Allah direnenlerle beraberdir.."

Bakara/249