Tez danışmanlığı yaptığım eski bir öğrencim hem  İlim Yayma Vakfı Bilim ödülünün, hem de  TÜBİTAK bilim ödülünün sahibi oldu.  Geçen ay için yapılan törenlerde   İlhami Gülçin hoca   ödüllerini aldı. İİlhami  Gülçin,  Lisansüstü öğrencilik yıllarında tez danışmanlığı yaptığım, ilk araştırmacılık tecrübesini benim yanımda  ve  bizim  araştırma laboratuvarında kazandı. İlhami Gülçin gibi  kimya alanında   daha başka  araştırmacı-öğrenci/akademisyenlerin yetişmelerinde emeği olan  birisi olarak   Türkiye’nin  kimya alanındaki gücü ve potansiyeline dair bir yazıyı kaleme almak elzem oldu.  Bu ödüller vesilesi ile  dikkatleri değerlendirilemeyen kimya potansiyeline ve boş bırakılan  kimya  ve ilaç endüstrisine dikkat çekmek istedim.  

Bu yazımda  özellikle vurgulamak istediğim husus,  milli bir ruhla  çalışırsanız,   Türkiye’deki imkanlarla uluslararası en üst çalışmaları yürütülebilirsiniz.  Eksik olan şey maddi imkansızlıklar değil milli ruh ve heyecana sahip olmanızdır.   

İlhami Gülçin hocanın lisansüstü tez danışmanlığı dönemi   (yüksek lisans, 94-97 yılları) Gaziosmanpaşa  üniversitesinin  kurulup geliştiği dönemdi.   İlhami Gülçin hoca,  lisansüstü tez çalışmalarına 1994 yılında Tokat’ta bizim araştırma grubunda başladı.  Burada Bilim adamlığına temel olan tecrübeleri;   bilimsel araştırma disiplini kazandı. Organik kimya sentez çalışmalarını öğrendi. Sonra biyokimya alanına geçti.  

Önce İlhami hocanın üst üste aldığı ödüllerle ilgili  açıklamalara bakalım:

“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımlarıyla gerçekleşen İlim Yayma Vakfı'nın 50. yıl Takdim Ödül Töreninde iki yılda bir ve üç farklı kategoride verilen Türkiye Akademi Ödülüdür.

Prof. Dr. İlhami Gülçin; bazı doğal bileşenlerin antioksidan aktivitelerini etki mekanizmaları ile beraber ortaya koyan, bu bileşenlerin gıdaların üretim aşamasında kullanılan ve birçok yan etkileri bulunan sentetik antioksidanlardan daha etkili ve güvenli olduklarını ispatlayan, ayrıca çalışmalarında birçok hastalıkla bağlantılı metabolik enzimlere karşı inhibitör sentezi ve dizayn konularında katkılar sağlayan, gıda ve farmakoloji başta olmak üzere farklı sektörlerde geniş bir uygulama alanı bulan öncü çalışmalarından dolayı ödüle layık görüldü.”

TÜBİTAK ödülü ile ilgili açıklamada şu ifadeler yer alıyor:

“Biyokimya alanında doğal veya sentetik antioksidan moleküllerin antioksidan kapasitelerinin belirlenmesi ve etki mekanizmalarının aydınlatılması, global hastalıklar ile ilintili bazı metabolik enzimler için selektif inhibitör seçimi, dizaynı ve sentezi konularında uluslararası düzeyde üstün nitelikli çalışmaları” nedeniyle 100. Yıl TÜBİTAK Bilim Ödülü verilmiştir.

İlim Yayma Ödül töreni esnasında Gazze’deki direnişi ile ilgili tavrı da basında hayli etki yaptı. Ödülünü özellikle Filistin’de direnişe, direnişe sembol olan Ebu Ubeydelere ithaf etti.  Her takdirin üstünde anlamlı ve örnek bir davranış oldu bu. Bilim adamlığının temelinde yoğun emeğimiz olan İlhami Gülçin hocanın bu davranışı onunla bir kere daha iftihar etmeme sebep oldu.

Gaziosmanpaşa Üniversite  Kuruluş Yılları ve İlhami Gülçin Hoca

1992 yılında Türkiye’de yeni üniversiteler açılmıştı. Rahmetli Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde yeni açılan üniversitelerden birisi de Tokat Gaziosmanpaşa üniversitesi idi. Atatürk Üniversitesinde 1990 yılında doktora çalışmalarını tamamlayıp doktora sonrası çalışmaları için A. Humboldt bursu ile bir yıllığına Almanya’da bulundum. Dönüşte yeni kurulan Gaziosmanpaşa  geçtim. Bu tercihte memleketim olan Sivas’ın Tokat’a yakın ve sınır olmasının da etkisi oldu.

Fen Edebiyat Fakültesini ve bölümlerini kurduk. Kimya bölümüne o yıl içinde hem lisans hem de lisansüstü eğitimi başlattık. Bu arada araştırma laboratuvarlarımızın eksikliklerini tamamlamaya  çalışıyorduk.. NMR (Nükleer Manyetik Rezonans) ve elektron mikroskop cihazı aldık. NMR cihazı bizim için hayati öneme sahipti. Organik sentez çalışmaları yaptığımızdan moleküllerin yapı analizleri için son derece hayati öneme sahipti.  Yürütücü olarak görev aldığım ilk TÜBİTAK araştırma projemizi de o yıllarda (1994) kazanarak araştırma laboratuvarı için gerekli kimyasal ve cam malzemelerini temin etmek imkanı bulduk.

Üniversiteye araştırma görevlisi olarak alınanların Türkiye üniversitelerini hep dereceyle bitirmiş olanlardan seçildiğini hatırlıyorum. O yüzden Gaziosmanpaşa üniversitesi o yıllarda bilimde yüksek bir performans gösterdi. Kuruluşunu gerçekleştirdiğimiz fizik, kimya ve biyoloji bölümlerinin o yıllarda Türkiye üniversiteleri içinde ilk 10. ların içinde yer aldığını, hatta kendi Kimya bölümümüzün bilimsel ve akademik çalışmalarda üniversite kimya bölümleri içinde ilk sırada (1.) yer aldığını hatırlıyorum. O yıllarda YÖK’ün her yıl üniversitelerin araştırma performanslarını değerlendiren ve derecelendiren çalışmaları vardı.

Araştırma çalışmalarına benimle başlayan ve 3 yıl boyunca yüksek lisans tez çalışmalarını benimle sürdürenlerden birisi de şu anda Atatürk üniversitesi biyokimya anabilimde akademik hayatına devam eden İlhami Gülçin hoca idi.

Tez danışmanlığını yaptığım İlhami Gülçin hocanın 1994-1997 yılları arasındaki Gaziosmanpaşa Üniversitesinde (TOGÜ) yüksek lisans döneminden şunları hatırlıyorum. Çalışkanlığı ve  gayreti, düzenli ve tertipli çalışması ile dikkatimi çekiyordu.  Disiplin içinde düzenli ve planlı çalışmayı seven birisi idi. Yaptıklarını ayrıntılı şekilde düzgün el yazısı ile raporlaması ve literatür okumalarındaki çabası şayan-ı hayret idi. Yüksek ahlakı ve çevreye uyumu, ekip çalışmasına yatkınlığı gibi özelliklerini de bu vesile ile anmalıyım. İnancı ve değerlere bağlılığı ile temayüz etmiş kişiliği vardı.

İlhami hoca benimle yüksek lisans çalışmalarını tamamladıktan sonra Atatürk üniversitesine geçti. Orada biyokimya anabilim dalında doktora çalışmalarını sürdürdü ve doktoradan sonra da hızla kendi araştırma grubunu teşkil etti. Üstün vasıflı  bilim adamları yetiştirmeye devam ediyor.

Yeni kurulmasına rağmen o yıllarda TOGÜ Kimya bölümünde iyi bir araştırma ortamı kurmuştuk. İmkanlar o yıllarda şimdiki gibi bol değildi. TÜBİTAK’tan aldığımız proje desteği yanında Almanya’dan getirttiğimiz Humboldt bursiyerlerine verilen cihaz ve aletlerle araştırma laboratuvarını donatmıştık. Daha bir yıl içinde kurduğumuz laboratuvarlarda araştırmalara başlamıştık. Tabir yerinde süper ligde oynayan bir takım haline gelmiştik. Sadece Türkiye’de değil uluslararası takımlarla yarışan bir ekiptik. Yayınlarımız Dünyanın en ünlü ve prestijli dergilerinde yayınlanıyordu. Örneğin ilk tez öğrencim olan Ahmet Tutar’ın tez çalışmasının sonuçlarını sahada dünyada en ünlü bir kimya dergisi olan “Journal Organic Chemistry (ACS)” dergisinde yayınlanmıştı.

Bunları özellikle vurgulamak istedim. Çünkü milli bir ruhla istediğiniz takdirde Türkiyedeki imkanlarla uluslararası en üst çalışmaları yürütülebilirsiniz. Eksik olan şey maddi imkansızlıklar değil milli ruh ve heyecan olduğunu belirtmek isterim.  

Bir yandan araştırma ve akademik çalışmalar ile uğraşırken, bir yandan da ülkemizin eğitim sorunlarının çözüm bulunması için çeşitli teşebbüslerin içinde yer aldım. Bu vesile ile bir hatıramı anmadan geçemiyeceğim. Yıl 1990. Doktorayı yeni bitirmiş bir araştırma görevlisi idim. 12 Eylül askeri cunta ürünü olan YÖK sisteminin üniversiteleri tek tipleştirmesi ve toplumdan koparmasından hepimiz rahatsızdık.  Bir düzine akademisyenle birlikte bir rapor hazırlamış ve Erzurum’dan kalkıp tren yolculuğu ile  Ankara’ya gelmiştik. Amaç Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu o dönemde Bakan ve yetkilileri ziyaret ve hazırladığımız raporları takdim etmekti. Tabi sözlü olarak da YÖK sistemi ile gelinen vahim noktayı anlatmaya çalışmıştık. Kalkınmada öncü milli ve yerli üniversite modeli önermiştik. İlgili bakanlarla görüşmelerin ayarlanmasında kulakları çınlasın o zamanın Erzurum milletvekili olan Mehmet Kahraman’ın büyük rolü olmuştu.

2003 yılında Erdoğan hükümeti göreve gelince hükümet YÖK ile ilgili sıkıntıların farkında idi. O yüzden hükümetin ilk çabalarından birisi YÖK’ü değiştirme çalışmaları oldu. O zamanın Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu öncülüğünde başlatılan çalışmada kurulan komisyonda ben de görev almıştım.

YÖK’ün yerine nasıl bir üniversite modeli ortaya konacağı konusunda köklü ve doğru bir çözüm yolu ortaya konulmadığından o günden bugüne çeşitli teşebbüsler olduysa da çözüm hep ertelendi. Çünkü kendi bilim-eğitim-varlık felsefesi ile üniversite modelimizi kurmak diye bir model ve çıkış hareket ortaya konulamadı. Bu mesele ülkemizin çözüm bulması gereken en önemli bir meselesi olarak hala karşımızda duruyor.

Yağ Var Un Var

Konuyu tekrar İlhami hoca ve emsali hocalarımız gibi kimya alanında yetkin ve çaplı bilim adamlarımıza ve Türkiye’deki kimya potansiyeline getirmek istiyorum. Potansiyelimiz fazlası ile mevcut. O halde niçin onları değerlendiremiyoruz? Yağ var, un var, şeker var. Niçin helva yapamıyoruz?

İlhami hoca gibi uluslararası yayın ve atıf sayısı bu denli yüksek bilim araştırmacı bilim adamı Avrupa’da ve Amerika’da bile parmakla gösterilir. Peki ülkemizde böylesine kapasiteli hocalar varken neden kimya endüstrisinde ve tıbbi kimyada yüzde doksanın üzerinde dışarıya bağımlıyız ve niçin savunma endüstrisinde  olduğu gibi bağımsız yerli kimya sanayimiz yok?

Bu sorulara cevap veren bir çalışmayı maarif platformu olarak daha yakın bir zamanda yaparak teklifleri içeren bildirgeyi kamu oyu ile paylaştık. YÖK’ün doçentlik kriterlerini değiştirmesi üzerine hazırladığımız bu bildirgede kozmetik değişimler yerine köklü reformlar teklif edilmektedir. Büyük resme; asıl üniversite problemlerine dikkat çekilmektedir. Değişik basın kesimlerinde yayınlanan bu bildirgeye şu linkten ulaşılabilir:

www.maarifplatformu.com/wp-content/uploads/2023/10/Yeni-Docentlik-Kriterlerinin-Degerlendirilmesi-Cagri-Metni_12.10.2023.pdf

Beklediğimiz Üniversite Reformu

Türkiye’de plansız Yüksek Öğretim, üniversitelerin toplumdan kopukluğu; bilim ve araştırmada topluma öncü hale gelememesi hep tartışıldı. Son zamanlarda ise diplomalı işsizliğin tavan yapması ve mesleki eğitimden kaçış konusu ile her önüne gelenin mezun olduğu yapısı ile üniversite eğitimi tekrar gündemde bulunuyor.

Üniversite reformu deyince karşımıza genelde  kozmetik düzenlemeler” çıktı. Halbuki biz öyle yapılanmalar bekliyoruz ki üniversite öncelikle yerel sorunlarla uğraşsın; üniversite, bulunduğu yörenin kültürü, edebiyatı, sanat ve iktisadı ile iç içe olsun. Üniversiteyi iş ve meslek dünyasına, sanat ve kültür âlemine bağlamak ve halktan kopukluğu ortadan kaldırmak için mekanizmalar geliştirilsin. Üniversiteyi, toplumun sorunlarını çözmeye matuf araştırmalara bağlasın ve yeniliklerle buluşturan konuma yükseltsin. Raflarda kalan tez yazma devri sona ersin. Üniversiteleri lise seviyesine indiren ücretli ders verme sistemine son verilsin. Yüksek Öğretim Kanununda öyle değişiklikler yapılsın ki, her yıl üniversitede hocalarının, halka ve öğrenciye ne verdiği sorgulanabilsin. Bilimsel yayın yapma, amaç” olmaktan çıkarılsın.

Bilimin Batıya teslimiyetçi yapıdan kurtarılmasını istiyoruz. Yeni yapılanmada her şeyden önce kendi kavramlarımızı ve müfredatımızı üreterek işe başlamalıyız.

Bizim kitaplarımız ve müfredatımız Batı ile aynı dili kullanıyor. Halbuki taklit edenler özgün eserler üretemiyor  ve büyük bilim adamları çıkaramıyorlar. Öncelikle felsefesi ve dünya görüşü ile ve bakış açısı ile bize ait bir üniversite sistemi ve anlayışı ortaya koymalıyız. Aklı başında ülkeler işe önce bilimi yerelleştirmekle ve kendi coğrafya ve kültürleri ile birleştirerek işe başlıyorlar.

Yayın ve makale yapılınca özellikle uluslararası atıf dizinine –SCI ve SSCI- giren dergilerde her şey halloluyor havası veriliyor. Hâlbuki bizim ne yaptığımız değil, bunun ne işe yaradığı önemlidir. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimiz yerine başka ülkelerin referans sistemlerine bağlı kalmamız sömürge düzenini tahkim etmektedir. Halbâki “üniversite bir milletin kendi şuurunu keşif ve inkişaf ettirdiği vasatın adıdır”. Dolayısı ile her milletin üniversitesi, -uluslararası kabul edilebilecek bazı standartları da gözetmekle birlikte- kendine has özellikler taşımak zorundadır.

Yüksek lisans ve/ya doktora için yurt dışına öğrenci gönderilmesi büyük bir kaynak israfını doğurmaktadır. Ülkemizde üstün ilmî donanıma sahip çok değerli hocalarımız ve maddi destek imkânları vardır. Ülkemizde nice İlhami Gülçinler bulunmaktadır. Biz kendi hocalarımızı destek versek, onlara iyi imkânlar sunsak yurt dışında bir kişiye harcanan parayla 15-20 kişi doktora öğrencisinin burada yetiştirmemiz mümkün olacaktır. Çok kısa sürede bilim insanı ihtiyacımız yerli imkânlarla karşılanabilir. Aynı zamanda alt yapı da bu ülkede kalacaktır. Bu ülkenin şartlarına göre doktora yapanlar, doktora sonrasına da başarı ile devam edeceklerdir. Hem de yurt dışına gereksiz yüksek lisans-doktora öğrencisi göndermedeki başıboşluk ve israftan da böylece kurtulmak mümkündür.

Bilime ve Araştırmaya Hedef Lazım

Savunma sanayiinde yaptığımız gibi Türkiye kimya endüstrisinde iddialı olacağı alanları belirlemelidir. Örneğin kimya alanında (özellikle sentez, organik, biyokimya) büyük potansiyel var ülkemizde. İkinci iddialı olacağımız alan tarımdır. Özellikle organik tarım ve gıda sanayi… Avrupa’nın toplam gıda potansiyeli 1 trilyon dolar kadar diyebiliriz. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasların toplam gıda pazar büyüklüğü 1.5 trilyon dolar aşağı yukarı. Türkiye şimdiye kadar çoğu kere yanlış yöne baktı. Halbuki Türkiye’nin çevresi fırsatlarla dolu.

Kimya ve biyokimya ülkemizin kalkınmada anahtar noktalarından birisi. Türkiye ilaç ve kimyasal maddenin % 90 civarında dışarıdan temin ediyor. Bugün kimya sanayiine yön verilse, güdümlü projelere geçilse dışarıdan aldığımız çoğu ilaçları ve kimyasal maddeleri, çözücüleri, temizlik ve kozmetikleri, gıdalarda kullanılan maddeleri vs kendimiz yapabiliriz.

Halbuki kimyasal olan neredeyse her şeyi dışarıdan alıyoruz. Bilime dayanmayan ve dışarı ile rekabet edemeyen kopya kimya endüstrilerin var olması bizi yanıltmamalı.

Konu buraya gelmişken, zihnimizde ister istemez şöyle bir soru daha doğuyor. Bilimi ve araştırmayı halkın hizmetin sunmak için işe önce nereden başlamalı?

Öncelikle yapılması gereken Türkiye için kritik olan araştırma önceliklerinin belirlenmesidir. Mesela ülke dışından aldıklarımızın Türkiyede üretilmesi araştırma önceliklerimizdendir.

Araştırma önceliklerini belirledik. Sonra?.. Bu öncelikler ilan edilir. Bu vatandaşa mesajdır. Dünya nerede biz neredeyiz.

O zaman üniversitelere, TÜBİTAK gibi araştırmaları destekleyen ve yönlendiren kurumlara misyon havası gelir. Misyon yani hedef ve araştırma amaçları aşağıdan yukarı doğru süzüle süzüle yükselmelidir. İlgili toplum tabakalarını çözümün bir parçası haline getiren - aşağıdan yukarı yükselen- bu çözüm anlayışı gerçek demokrasinin uygulanmasıdır.

O zaman, herkes önceliklere ve hedefe sahip çıkacaktır. Akademisyenler de böylece yönlendirilmiş olacak; devletin kaynakları da belirlenen hedefe ve misyon doğrultusunda kullanılmaya başlayacaktır.

İlgili kesimleri bağlayan bilim ve araştırma politika ve stratejileri, sanayicilerimizi hangi alana yatırım yapacakları konusunda belirsizlikten kurtaracaktır. Üniversiteleri de “amaçsız ve işe yaramayan araştırmalarla” uğraşmaktan vazgeçecektir.

Ismarlama hazırlanan bilim politikalarının akibetini biliyoruz (örneğin vizyon 2023). Vizyon 2023 ilgililerin katılımı olmadan (tabandan tavana yükselmeyen) bir bilim politikaları hazırlama örneğidir. Bu yüzden toplum ve sanayi gerçeklerinden kopuk bir şekilde hazırlanan öncelik olarak ileri sürülen onlarca ve hatta yüzlerce araştırma öncelikleri çöle düşen yağmur gibi etkisiz kalmaktadır.

TÜBİTAK tarafından oluşturulan bu bilim ve araştırma öncelikleri ilgili kurumları bağlayan yaptırımları bulunmadığından, hedefler kâğıt üzerinde kalmaktadır. Bunun en bariz örneği, TÜBİTAK, TÜSEP, BAP ve diğer projelere destekler verilirken bile, bu önceliklerin kaale alınmamaktadır.

Aklı başında ülkeler tüm hatları ile bilimsel çalışmaları gerçek sorunlara odaklı (sınai, ekonomik, kültürel) çalışır. Lisans tezleri bile gerçek hayatın içinden alınır.

Yerliyi Koruyan Tedbirler

Son yıllarda ülkemiz büyük atılımlar yaptı. Yollar, köprüler, havalimanları vs. Bundan sonra ülkeyi uçuracak olan ileri teknoloji, özellikle kimya ve biyoteknoloji projeleridir. Tıbbi biyomedikal cihaz ve malzemelerde dışa bağımlılığın sona erdirecek çalışmalardır. Bilime dayalı yatırımlardır.

Ülkemizde kimya ve biyokimya alanında büyük potansiyeller var. Bu çalışmaların yayın aşamasında kalması ve YÖK’ün yayın odaklı stratejisi ile ilgili olmaktadır. Bu yayınları ileri götürenler dışarıdakiler (Batılılar) oluyor. Bizim üniversiteler ise bu durumda onlara bir tür “taşeronluk yapmış olmaktadır. Bundan kurtulmanın yolu üniversitelerimiz artık yayın hedefli değil ürün hedefli çalışmalara geçmesidir. O zaman Türkiye kendi ilacını kendi biyokimyasal kitini üretecek ve ihraç edecek konuma çıkacaktır. Bunun yolu kimya sanayiinde de savunma sanayiinde olduğu gibi hedefli çalışmalara geçilmesidir.

Savunma sanayisi çok iyi bir rol model oldu. Yerli üretim alım garantili şartname ihale modellerinin artırılarak geliştirilmesi ile sektör ülkemizi çok iyi bir noktaya taşıdı.

Savunma sanayiindeki uygulamalar diğer alanlara örnek olmalı. Bu amaçla yüksek teknolojik bilginin ticarileştirilmesine yönelik start-up geliştirilmeli ve sektör paydaşların dolaylı teşviklerin yanında doğrudan teşvik modelleri artırılmalıdır.

Bu sahada en önemli dikkat edilecek noktalardan birisi kendini global devlerin pençelerinde hisseden yerli firmalara destek sağlanmasıdır. Bunlara devletin prim vermesi ve olabilecek aksi durumlarda sayıştay denetimlerinde koruma kalkanı gelmesi koruyucu tedbir olabilir. Yerli lehine her yıl alım oranını yukarı çekmeyen yönetici maaş ve tenzili rütbe riski ile karşı karşıya bırakılmalıdır.

Amerikan Medtronic firması Türkiye’ye her yıl 3-4 milyarlık malzeme satışı yapıyor. Bunu nasıl sağlıyor? Bürokrasi üzerinde etkileri var. Hatta bunların koro halinde harekete geçen ve hatta bel altından vuran basın trolüne sahip olduklarını görüyoruz.

Medyada okuyoruz. Yerli yaptığımız her teknoloji ve ürün kötülenir; ithal olanlar ise bir harikadır! Bitmeyen sömürü düzeninin yalanı bu. Tekelin kalkması için yanlışlığa ses çıkaranlar bir şekilde cezalandırılır, sindirilir, korkutulur.

Ve ABD’li Medtronic Türkiye gibi ülkelerde kazandığı paralarla sadece 2010-2019 yılları arasında 36 şirketi satın almış. Tekelleşmenin bir yolu bu. Kendi yerli firmalarımızın güçlenmesine fırsat verilmiyor. Sahip olamadığımızdan ve elimizde tutamadığından bir bir elimizden çıkıyor. “Ejderhaların” önünde duramıyorsun.

Senin tanı kitini, kimyasal ürünlerini senin kendi ulusal pazarına bile sokturmuyor. Tanı kiti üreten milli ve yerli firmalar ülkemizde bu şekilde “batırıldı.” Daha doğrusu ejderhalara küçük lokma oldu.

Doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlı SAĞLIK ENDÜSTRİLERİ BAŞKANLIĞI kurulur ve hayata geçirilebilirse dağınık halde sağlık sektörünün güçlerini bir araya getirebilir. Bilim insanlarını, yatırımcıları ve endüstri liderlerini bir araya getirebilirsek o zaman gerçekten kendimize yetebilecek ve hatta başka ülkelere de satabilecek tıbbi malzeme ve ilaçlar geliştirebiliriz. Bu başkanlık sayesinde savunma sanayiinde sağlanan anlayış ve kümeleşme ilaç alanında da yapılabilir

Dahası Milli Sağlık Endüstrileri Başkanlığının hayata geçirilmesi halinde ülkemizdeki tıbbi kimya endüstirisini acentacıların hakimiyetinden kurtarabilir, kurulan koloni düzeninin kalelerini yıkabilir, bürokrasiyi engel olmaktan çıkarabilir. Milli Sağlık Endüstrilerinin kurulması ile ilaç ve cihaz aletlerinin üretiminde yerlilik oranı, % 5-10 ların çok ötesine savunma sanayiinde olduğu gibi zamanla % 60-70 lere çıkabilir.

Bu konudaki ayrıntılı bilgilere aşağıdaki yazılarımızdan ulaşılabilir:

www.haber7.com/guncel/haber/3053869-yerli-ilac-uretiminin-onu-nasil-acilir

www.haber7.com/guncel/haber/3078672-milli-saglik-endustrileri-baskanligi-kuruldu

Oyun Kurucu Hale Gelmek

Milli ve yerli ilaç üretimi açısından konuyu ele alırsak, molekül saflaştırma zorunluluğu veya ilaç ruhsatlandırma kriterlerini “onların” kanunlarını mutlak kanun olarak bu ülkeye dayatırsan, oyun kurucu olarak onları kabul etmiş oluyorsunuz. Sonrası onların size biçtiği görev ile kalıyorsunuz!

Cesur ve radikal kararlara ihtiyacımız var. Kanun ve kuralları İran, Rusya, Çin, Hindistan nasıl kırmışsa, nasıl kendi kanunlarını yazmış ve başkasının oyununa malzeme olmaktan kurtulmuşsa biz de bu yolu deneyecek ve kıskaçtan kurtulabiliriz.

Dünya patent haklarını dinlemeyen ülkeler var. Hindistan bunlardan birisi. Geleneksel tıbbı diriltti. Dünya Patent Haklarını dinlemiyor. “Benim 1,5 milyon kadar kanser hastası insanım var” diyor. “Ben bu kararları dinlemiyorum” diyor haklı olarak. Jenerik olarak aynı ürünü yapıyor.

Bizim de kendi başımızın çaresine bakmamız lazım. Ayrıca geleneksel tıbbı diriltmeliyiz. Geleneksel, yada tamamlayıcı tıbbı geliştirerek kullanışlı hale getirmeliyiz. Geleneksel tıbbı doktorlar reçete edebilmeli.

Dünya sağlık harcamalarında ve sağlıkta en az ilaç kullanan toplum Hindistan. Sonrası Çinliler... 80 milyonluk Türkiye Hindistan'da daha fazla sentetik ilaca para yatırıyorsa, ortada bir yanlışlık var demektir. Hindistan, İran, Çin, Rusya gibi kendi tıp ve tedavi anlayışımızı meydana getirebiliriz.