Devlet sınırlarının, düşman istilası ve işgaliyle her geçen gün biraz daha daralmasına karşı Memalik-i Osmaniye’yi savunma ve koruma kaygısıyla dilimize yerleşen vatansever kelimesinin, ilk kez Namık Kemal tarafından kullanıldığı söylenile gelmiştir, ki en azından bu kaygının, onun neslinden bize miras kaldığı ve o günden beri vatan konusunda daha hassas ve vatanseverlik konusunda daha gayretkeş olduğumuz süreç olarak sabittir.

Ben de bu bağlamda, vatan, devlet ve demokrasi ilişkilerini beka kavramı esasında tartışmaya açan bir yazı yazdım.

Hatay’dan Yüksekova’ya kadarki sınır şeridimizde, gözetilmesi gereken hasasiyetlere vurgu yapmak suretiyle ezcümle (her zaman arkasında durduğum ve duracağım) şu satırları yazdım:

“...demokrasiden taviz vermeyecek şekilde ve yine onun içinden, teklif ettiğim atama konusuna mahsus bir form üretilebileceği gibi, partili cumhurbaşkanı (devlet başkanı) seçmenin buna kendi başına demokratik bir dayanak olarak yeterli gelebileceğini ve bu bahiste onu tekrar seçmemenin onun ilgili seçimlerini seçmemek olacağını tutarlı bir tez olarak öne sürmek de mümkündür. Yeter ki, bekamızı demokrasiye feda etmeyelim ve yanlışlıklar bataklığında çırpınıp durmayalım.”

Burada tarışmaya açtığım vatan, devlet ve demokrasi ilişkisi ile beka kavramı olduğuna göre, tartışma zemininin de yine bunlarla mukayyet olması gerekirdi.

Oysa ki, bu satırları yazdığım günden beri, ileri sürülen onlarca itirazın hiç birisi bu zeminde yapılmadı. Dolayısıyla ben de bu nedenle o itirazların hiçbirisini kaale almadığımdan, cevap yazmadım.

Bunun en tipik örneklerinden biri de iki gün önceki bir yazıyla verildi.

Bu yazısında, demokrasi ve beka meselesini, biz ve başkası karşıtlığı içinde, başkalarının hak ve özgürlüklerini güya savunma zeminine aktaran yazar, sırtını da İslam ahlakına yaslamaya çalışarak, yukarıda zikrettiğim önerimi ahlak dışına itmeye çalışmış.

Bu yazarın nasıl bir yanlış zeminden bile değil, doğrudan nasıl bir zeminsizlikten konuştuğunu açıklamadan önce, yazarın kimliği ile ilgili birkaç ipucu vermeliyim:

Bir dönem AK Parti milletvekilliği de yapmış olan bu yazar, ’80 kuşağından, bir grup solcu şairin çıkardığı Üç Çiçek adlı dergiye katılabilmek için, onları yıllardır Kur’an okumadığına inandırma uğrunda her türlü dansözlüğe baş vurmuş ve sonrasında da hep bu minvalde yaşayarak “yürü ya kulum olmuş” bir omurgasız şairdir.

Çeşitli ortamlarda halen laik şiir yazmakla övünen bu yazarın, dinle olan ilişkisine değil, ilişkisizliğine dair onlarca delil verebilirim. Ancak yazısının zikrettiğim tutuma örnek gösterilmek dışında bir değerinin olmaması nedeniyle bunu yapmayacağım, sadece konumuz esasında şunu söylemekle yetineceğim:

Nedenlerini fazla bilmediğim kararlı bir tepkiyle, AK Parti’den ve aktif medyadan dışlanan bu yazar, geçmişteki tarafgirliğinde samimi olmadığı gibi, bugünkü tarafsızlığında da samimi değildir.

İşte zeminsizlik sorunu tam da buradan açığa çıkmaktadır.

Şöyle ki: bir yaşama tarzının ve dolayısıyla inanış biçiminin göstergesi olan ahlak, hayatımızın tümünü kuşatır. Evrensel olan ve belirli bir inancın edebiyle yoğrularak özelleşen ahlak, muhtelif düzeylere yayılarak genelleşir. Bu nedenle toplum, ilim, bilim, siyaset, ticaret, medya... ahlakından, bunlar sanki ahlakın birer düzeyiymiş gibi, ayrı ayrı bahsederiz. Bu manada, örneğin siyaset ahlakından söz ederken, devlet yöneticisinden merhamet değil, adalet üzere kararlılık (ve sertlik) göstermesi gerektiği hemen her siyasetnamde müştereken yer almıştır.

Buradan bakıldığında, yazar, ahlak vaizi olarak, önce zikrettiğim düzeyleri birbiriyle karıştırmakla kalmamış; Sol-Kemalistlere ve bölücülere şirinlik etme gayretiyle ahlakçılığa soyunarak, kendi ahlaksızlığını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Daha açık bir söyleyişle, çok da taşıyıcısı olmadığı bir ahlak anlayışını istismar ederek ahlaksızlık yapmıştır.

Örneğin yazarın, “eğer kendileri için gerekli değilse bugünün dindarları için insan hakları ve özgürlükler önemli değildir” diyerek, tek kalemde ve aynı parantez içinde milyonlarca kişiyi itham etmesi, velev ki makul görülecek olsa bile, öncelikle bu yazarın kendisi nedeniyle makuldür, zira “Herkes bir şeye kendi hakikatinin hükmüne göre bakar.”

Dolayısıyla zemini bulunmayan bir kafanın mahsülü olarak örnek gösterdiğim bu yazı, benim mezkur yazıma gösterilen yanlış zeminli tepkilerin de neden cevaba layık olmadıklarını ispat etmem bakımından yeterlidir.

Malum itirazcılardan anladığım şudur ki, sükut mertebesinden durarak, yanlış zeminlerin yanlışlığını işaret etmek, hepten zeminsiz olanlarına ise bir zeminin zorunluluğunu hatırlatmak da bize düşmektedir, tıpkı vatanın ve devletin bekasını kararlılıkla talep etmenin, ilgili her konuyu tartışmaya açma cesaretini göstermenin de öncelikle bize düştüğü gibi.

O halde, itirazcılardan vatanının, milletinin ve devletinin bekasını dert edinenler olup da, ola ki benim fark etmediğim birileri varsa, lütfen bir adım öne çıksınlar.