Önceki yazımızda İbnü’l-Arabî’nin İbnü’r-Rüşd’le görüşmesinde, “evet ve hayır” kelimelerini aynı durum içinde peşpeşe kullanmasının nedeni üzerinde, İbnü’l-Arabî’nin kendi değerlendirmesini esas alarak biraz durmuş ve devam edeceğimizi belirtmiştik.

Ekrem Demirli, aynı konuyu ihata eden “Bir Evet ve bir Hayır: İbnü’l-Arabî ile İbn Rüşt” başlıklı bir makalesinde (2012), hadisenin İbnü’r-Rüşd’den yana bir teyidinin, tekidinin ya da tenkidinin olmadığını, sadece İbnü’l-Arabî’nin nakline dayanılarak ele alındığını belirterek, kendi engin felsefî ve tasavvufî birikimi eşliğinde, insan, vahiy – akıl, hakikat ve nazariyat (teorik bilgi) terimleri özelinde, mezkur Evet ve Hayır’ı İbnü’l-Arabî’nin bilgi görüşüyle temellendirmiştir.

İlgililerini bu makaleye yönlendirirken, biz kendi vaadimizde durarak, İbnü’l-Arabî’nin olayı naklettiği yerde (Fütûhât, 1/ 446), İbnü’r-Rüşd’le ilgili daha şahsi (öz-n-el) sayılabilecek yorumunu da okurumuzun okumasına sunup, asıl yine kendi kelimeleri üzerinden sorunun cevabını ve bu cevabı oluşturan yaklaşımın mertebesini nakletmek istiyoruz:

Evet, İbnü’l-Arabî’nin İbnü’r-Rüşd’e “evet ve hayır” demesi şu nedenledir:

“Herkes, kendi zevkine göre ve halinde tercih ettiği şeye göre konuşur. Çünkü sûfiler, bir şeyden söz ederken zevklerinin ve vecdlerinin verisini aşmazlar. Öyleyse onlar kesin bilgi sahibi, dürüst kimselerdir. (...) Fikriyle hareket eden insan, hal ve zevk sahibi değildir. Yorum (itibar) ehline gelirsek, onların arasında da zevk sahipleri bulunabilir ve söz konusu kimseler –fikirlerinden hareketle değil– zevk’den hareketle yorum yaparlar. Bazen yorum fikirden kaynaklanabilir ve yabancı insan, işin şeklini karıştırabilir ve (sûfi ve akılcı) her birisi hakkında ‘Hepsi de yorum yapmaktadır ve yorum ehlidirler’ der. Bilmez ki yorum bazen fikirden bazen zevkten meydana gelir. Zevk sahiplerinde ‘yorum’ (itibar) asıl iken, fikirden hareket edenlerde fer’dir. Fikir gücünden hareket eden biri (sûfiler gibi) ‘irade ehli’ değildir. Ancak hakkında düşünülen konu, sadece fikir gücüyle elde edilen bir şey ise, (irade ehli olan sûfiler) bilgiyi bu yolla elde edebilir.” (Fütûhât, 9/ 313)

İbnü’l-Arabî’nin “Evet ve Hayır”ının nedeni “özetle” budur ama elbette naklettiğimiz bu değerlendirmesinde onun, “irade ehli olma” deyimi başta gelmek üzere kullandığı terminolojinin ayrıca izahı gerekir ki, burada mümkün olmayan bu husus için de Ekrem Demirli’nin yukarıda başlığını zikrettiğimiz makalesine başvurulması çok yararlı olacaktır.

Biz bu bahis esasında dikkatimizi çeken başka bir husus üzerinde durmayı önceliyoruz ki, bu, İbnü’l-Arabî’nin, gerek “Evet ve Hayır” deyişinde, gerekse nazariyatçılara yaklaşımında belirgin hale gelen “İslamî vasat”tır.

Bu vasatın doğru anlaşılabilmesi için, İbnü’l-Arabî’den önce yaşayan ve felsefecilere reddiye yazımının geleneğini oluşturan el-Gazalî (v. 1111) ve Şehristânî’nin (v. 1158) radikal tutumunu hatırlatmak ve dolayısıyla İbnü’l-Arabî’nin bunda neyi, ne düzeyde değiştirdiğine bakmak gerekir.

Bu manada Filozof İbnü’r-Rüşd’e “Evet ve Hayır”la birlikte yöneltilen olumlama ve olumsuzlamayı, ilkin İbnü’l-Arabî’nin de beğeniyle naklettiği şu sözde açmak mümkün olsa gerektir:

“Yaygıda otur, ama yayılma!”

Evet: Yaygıda otur.

Hayır: Ama yayılma.

İbnü’l-Arabî’nin bu yaklaşımının temelini ise onun şu yorumlarında bulabiliriz:

“Filozofun anlamı, hikmeti seven demektir. Çünkü Yunanca’da ‘sofya’ hikmet demektir. Bir tanıma göre, sevgi demektir. Öyleyse felsefe, hikmeti sevmektir. Akıllı herkes hikmeti sever. Şu var ki, ister filozof, ister Mutezile, ister Eşari olsun, ister başka bir akılcı ekolden olsun, akılcıların ilahiyat bahislerindeki hataları doğrularından daha çoktur. Binaenaleyh filozoflar, adları nedeniyle kınanmadılar, onlar metafizik bahislerde yanıldıkları için kınanmışlardır. Onların bilgileri, peygamberlerin getirdikleri bilgilerle çelişmiştir. Bunun nedeni ise, nebilik ve risaletin kaynağı ve bunların neye dayandığı hakkındaki bozuk düşünceleriyle verdikleri hükümlerdir. Fikre dayandıkları için işi karıştırmışlardır. Kendisini sevdiklerinde, hikmeti –fikir yolundan değil de– Allah’dan isteseler idi, her konuda isabet kaydetmiş olurlardı. Filozoflar bir yana, Mutezile ve Eşariler gibi Müslüman akılcıların önünde İslam vardı ve onların düşüncelerinde hükümrandı. Sonra kendi anlayışlarına göre ondan uzaklaşmaya başladılar. Öyleyse onlar, asıl bakımından isabetli iken yaptıkları tevillere göre bazı ayrıntılarda yanılmışlardır. Bu tevilin kaynağı akıl ve fikirlerdir.” (Fütûhât, 9/ 314)

İbnü’l-Arabî, mümkündür ki İbnü’r-Rüşd’ü de Mutezilî ya da o kulvardan bir filozof olarak görüyor olabilir. Velev ki görmese de, Müslümanlığı nedeniyle onu zaten içe çekerek konuştuğu (reddetmediği, İslam’ın dışına itmediği) için, bu tutumunu onun filozoflara karşı yeni bir tahammül anlayışı tesis etmesinde ve ondan naklettiğimiz sözün dairesinde görmek gerekir:

“Ey, Üstad İbnü’r-Rüşd! Felsefeciliğiniz nedeniyle sizi reddetmiyoruz ama bağrımıza da basmıyoruz. Allah aklı ve fikretmeyi, bizim gibi size de bir yaygı kılmıştır. Orada oturun, ama asla yayılmayın!”