Rabbimiz nasip ederse, sizler bu yazıyı okurken, yaklaşık üç milyon hacı adayıyla birlikte Arafat’ın yolunda olacağım.

Heyecanımla nefisleri henüz ayaklarının altında olduğundan dur-durak bilmeyen çocuklar gibi coşkuluyum ama değil mi ki, benim nefsim artık göğsümdedir ve inşallah Rabbimiz Arafat’a beni ona değil onu bana binek yapar.

Arapça ‘rf kökünden gelen Arafat, bildi, öğrendi demektir. Aynı kökten gelen irfan bilme ve öğrenme demek iken, mârifet de söz konusu bilme ve öğrenmeyi pratiğe aktarma yeterliliğidir.

Arapça wkf kökünden gelen vakf, hareketi iptal etme; Vakfe ise, durdu, hareketsiz kaldı demektir.

Zikrettiğimiz anlamları üzerinden Arafat’ta bulunanın ârif, Vakfe yapanın vâkıf olmayı hak ettiğini söyleriz, ancak bu hak etme potansiyel bir durumdur ve kuvveden fiile çıkması için Arafat’ın Sahibi’nin ya da orada adına Vakfe Yapılan’ın rızasına erişmek gerekir.

Arafat’a yönelmiş ve Vakfe’ye niyet etmiş olmama rağmen söz konusu rıza esası, beni kaygıya sevk eden yegane şeydir. Ya O benden razı olmazsa, ya ben O’nu hakkımda razı edebilecek bilgimin (ezberimin) değil, cehlimin saf kelimelerini söyleyemezsem, ya cehlim tahakkuk edip de kelimelerim tükendiğinde, O tefekkürümün kapılarını Kendi zikri için açmazsa, ya dünya maskelerimle rollerim bana perde olursa ve kendimi O’na tartmadan satamazsam…

Hasılı, perişanım! İçimdeki çocuk tavşanlar gibi zıplaya dursun, ben bendeki kaygıyı durduramıyorum ki Vakfe’ye layıkıyla durabileyim.

Kaygı / endişe! Arafat özelinde, tıpkı Hz. Hacer validemizin Sa’y’daki haline benzer bir şekilde, Hz. Adem ile Hz. Havva’dan gelir bize.

Hz. Adem ile Hz. Havva’nın vuslat / rahmet mahalli olarak Arafat, her ikisinin birbirlerinin yüzlerinde “Nasıl bir takdir edilmiş yanlıştır ki, onun kendi içindeki doğruluğu yüzünden cennetden buraya düşürüldük? Şimdi bizi ne bekliyor? Bozulan dünyamızla, biz kimler için hangi dünyaları inşa edeceğiz?” sorularının cevabını aramalarından başlıyor olabilir mi? Veya, O’ndan başka sığınacak bir yerleri olmayan yeryüzünün ilk kadın ile erkeğinin, biribirine sığınmayı öğrenerek asıl O’na sığınmayı öğrendikleri yer olabilir mi? Öyle ya, insan insanın aynasıdır ve kendi tabiatından olana sığınmayı bilmeyen Allah’a sığınmayı ne bilir?

Bu manada ariflerin yurdu olan Arafat, hem irfana erişmeye dair tüm arayışlara hem de Vakfe’de vakıf olmak isteyenlere ilk mazrufu Hz. Adem ile Hz. Havva olan bir zarftır. Bu zarf ve söz konusu mazrufu, O’nun tarafından, onlar nedeniyle değerli kılındığı için değerlidir her şeyden önce. Bu değeri kelam ile zuhura taşıyan Peygamber Efendimiz olduğu için de o çifte katlanmış bir değerdir.

Burada bana ilginç gelen, değer esasında mazrufun, zarfına bile zarf olacak bir genişliğe eriştirilmesidir. Öyle ki, hareketin dıştan içe yöneltilerek kalpte massedilmesi anlamında, Vakfe ehli ancak Arafat’ın marifet yurdu oluğunu bilebilir ve ancak bu marifete Vakfe yoluyla erişebilir. Bu durumda Vakfe, ilk vakıfları olan Hz. Adem ile Hz. Havva’nın (müştereken) alemin özü olması esasında, Arafat’ın hem sebebi hem de sonucu haline gelir. Diğer bir söyleyişle Vakfe ile ancak Arafat’ın arifi olunabilir ve arif olunarak ancak Vakfe’ye vukuf edilebilir.

Peygamber Efendimiz, Arafat’a mahsus kendisinden önceki Nebevi tüm hikayeleri, Tevhidi gerçeklikleriyle kendi Muhammedi şeriatı içinde yeniden tashih ederek, burada bulunmayı “Hac, Arafat’tır” hadisiyle haccın esası saymış ve onu yine kendi şeriatındaki haccının başlangıç noktası olarak ilan etmiştir. Zira hac emrinin / ibadetinin dairesi, Arafat’ı ve Vakfe’yi izleyen, Müzdelife’de (Meş’ari’l-Haram’da) ve Mina’da gecelemek, Ziyaret Tavafı’nı ve Sa’y’ı yapmak, Cemrelere taş atmak… vb. bir dizi ibadetle kapanmaktadır. Fakat söz konusu ibadetler için asıl donanımın Arafat’tan / Vakfe’den sağlanacağıdır ki, burada Rabbimizle, kendimizle ve ötekiyle kuracağımız bağ, ibadet kastıyla atacağımız her adım için müsmir bir fener olacaktır.

Bu bağlamda Vakfe’de vâkıf, Arafat’ta ârif olunacağını bilgim yoluyla biliyorum ama bunun nasıl olacağını, nasıl gerçekleştirileceğini henüz bilmiyorum, hatta belki de hiç bilemeyeceğim. Velev ki bilsem bile bu bilginin kelimelere dökülebilir bir bilgi hüviyetinde olabileceğini sanmıyorum. Allah ile kul arasında girilmez şeklinde yerli yersiz ifade edilen sözün gerçek karşılığı da burada olsa gerektir. Allah’a yakaran dilin yakarışı kelimeye sığarsa, o çağlayan bir yakarış değil, kurgulanmış bir yakarış olur. O halde bu yakarışı fazlasıyla ya da eksiğiyle sır bilmek ve en azından bu sırdaki sırdan umutlu olmak en doğru seçim olsa gerektir.

*

Kurban Bayramınız mübarek, kurbanlarınız makbul olsun inşallah.