Hilmi Ziya Ülken’in İslam Sanatı, İstanbul Mimarlık Fakültesi Yayınları arasından 1948 yılında, Suut Kemal Yetkin’in İslam Sanatı Tarihi ise, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Türk ve İslam Sanatları Tarihi Enstitüsü Yayınları arasından 1954

Aralarındaki altı yıllık zaman farkına rağmen Yetkin, “Bugüne kadar memleketimizde tam olarak bir İslam sanatı tarihi yazılmamıştır” cümlesiyle söze başlayarak, tutarsızlığını aşağıda araz edeceğim şu iddiasını da bu cümlenin hemen peşine eklemeyi ihmal etmiyor:

“Hem bu alandaki boşluğu doldurmak, hem de öğrencilere bir rehber vermiş bulunmak gayesi ile bu kitabı hazırladık. Bir Türk sanatı tarihi yazmak doğrudan doğruya hedefimiz olmadığı halde kitabımızda en büyük bölümünü kendi tarihimize ayırdık. Bundan da tabii bir şey olamazdı. Çünkü Profesör Albert Gabriel gibi, sanatımıza hakkını veren, onu seven bir iki yabancı bilgin bulunmakla beraber, bilgisizlikten veya başka sebeplerden, Türk sanatı Batı bilim dünyasında layık olduğu mevkii alamamış, çoğu zaman da İran sanatının çerçevesi içinde anılmıştır. Sanatımızın yaratıcılığını, özellikleriyle göstermek tabiatıyla ilk hedefimiz oldu.”

Dolayısıyla Yetkin, Ülken’in kitabını görmemek suretiyle İslam sanat tarihi yazma girişimini bir inkarla başlatmıştır.

Ülken’in konuyu Timur devrine kadar işlemesi ve bu kitabının birinci cilt olduğunu belirtmesine rağmen devamını getirmemesi bu inkarda etkili olabilir mi?

Olabilirdi ancak, Yetkin’in konuyu devirler halinde işlemesi ve dolayısıyla kitabının son bölümü olan Osmanlı sanatı hariç, önceki bölümlerin Ülken’in kitabındaki bölümlerle çakışması bunun düşünülmesine engeldir.

Peki, ne olmuştur da Yetkin, Ülkeni’in çabasını inkara kalkışmıştır?

Bunun cevabı, iki yazarın çalışmalarında esas aldıkları kaynaklara bakılarak verilemez çünkü, her ikisinin kaynakları da çok büyük oranda Batılıdır.

Hatta bu bağlamda, Yetkin’in, hem de İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Tarihi Enstitüsü çatısı altında “öğrencilere bir rehber vermiş bulunmak gayesi”, öğrencileri Batı gözüyle İslam sanatını değerlendirmeye yöneltme, diğer bir söyleyişle onlara, bir at gözlüğü dayatırcasına İslam sanatına Batı gözlüğüyle bakmayı telkin etme çabasının tipik bir örneğidir.

Nitekim Yetkin, İslam Medeniyeti Hakkında Umumi Eserler, İslam Sanatı Hakkında Umumi Eserler, Emevi Sanatı, Abbasi Sanatı, Fatımi Sanatı, Moğol ve Timuroğlu Sanatı, Eyyübi ve Memluk Sanatı, Murabıt – Muvahhid ve Merini Sanatı, Safevi Sanatı, Baburlu Sanatı şeklinde tasnif ettiği kaynakça kısmında, Yusuf Hikmet Bayur’un Hindistan Tarihi dışında, ikinci bir yerli (daha genel bir söyleyişle, Doğulu) kaynağa yer vermezken, sadece Selçuklu ve Osmanlı Sanatı başlığıklı iki tasnifinde Celal Esat, Halil Ethem, Oktay Aslanapa, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sedat Çetintaş, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ile Ali Sami Ülgen’in en çok bilinen eserlerine yer verir.

Bu durumda, söz konusu inkar esasında, Yetkin ile Ülgen’in çalışmalarındaki yaklaşımlarına, daha açık bir söyleyişle zihniyetlerine (dünya görüşleri ile bakış açılarına) bakmamız gerekir.

Madem Yetkin’in önsözündeki giriş cümlelerini esas aldık, durumu eşitlemek bakımından Ülken’in önsözünün ilk paragrafını da aktararak bir sonuca ulaşalım:

“İslam sanatı, İslamiyet’in başlangıcından (M. 622) zamanımıza kadar devam eden on üç buçuk yüzyıllık bir devirde İslam medeniyeti içinde vücuda gelmiş olan sanatların mecmuuna verilmekte olan isimdir. Fakat bu kadar geniş bir sahada, bu kadar uzun bir zamanda vücuda gelen eserleri tek bir sanat stili içine sıkıştırmak doğru değildir. Buna daha ziyade ‘İslam milletleri sanatı’ demek daha doğru olurdu. Çünkü bu medeniyetin muhtelif kavimleri arasında en sıkı bağların bulunduğu devirlerde bile ayrı ayrı Kuzey Afrika, Endülüs, İran, Hind – Türk, Türkistan, Mısır, Osmanlı ilah... stillerinin bulunduğunu görüyoruz.”

Naklettiğimiz ilk sözlerdeki inkar, iddia ve iddiasızlık üzerinden, “Görünen köy kılavuz istemez” hükmüne istinaden, lafı dolaştırmadan söyleyecek olursak, Suut Kemal Yetkin son derece Batılı (hatta Batıcı) ve Oryantalist iken, Hilmi Ziya Ülken ise onun tam aksine (Cemil Meriç’in onca acımasız ithamına rağmen ve hatta ondan bile daha fazla) Anadolucu, yerli ve millidir.

Yetkin’in Ülken’i inkarının nedenini de asıl bu farktan hareketle anlayabiliriz.

Günümüzdeki sanat anlayışları, yorumları, düşünce çatışmaları, tavır ve ideoloji tercihleri açısından baktığımızda da Yetkin ile Ülken’de ayrışan (çatışan) durumun halen geçerli olduğunu görmemiz mümkündür. Bu manada, bugünkü Batıcı ve yerli sanat arasındaki mücadele, kırklı yıllarda şekillenen ilgili zihniyetlerin mücadelesine kadar dayandırılabilir.

O günden bugüne galibi olmayan bu mücadelenin, ancak aklı selim ile, öze dönüşle, milli bir tutumun geliştirilmesiyle aşılabileceği ise herkesin malumudur.