Şeyh Sâdî Şirazi, 1193-1292 yıllarında yaşamış bir Fars şâiri ve İslam âlimidir. Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Bundan dolayı Sâdî Şirazi (Şirazlı Sâdî) diye anılır.
 

Günümüzdeki en çok tanınan eserleri Gûlistan ve Bûstan'dır. Gülistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha 14. yüzyılda Türkçe’ye çevrilmiştir.

Şeyh Sâdî,  eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir tema işlemiştir. Şimdi size bu büyük zatın kitabında geçen bir hikâyeyi paylaşacağım.

Hükümdar Dara ve Seyisin Hikâyesi

Hükümdar Dârâ’nın, başşehrin hakim bir tepesinde kurulu güzeller güzeli bir sarayı varmış. Dârâ, avlanmayı çok severmiş.

Bir akşam erkanına, “Hazırlanın yarın ava!” demiş Dârâ. Sadaklar okla dolmuş, temrenler bileylenmiş, yaylar kurulmuş, atlar zırhlanmış.

Dârâ, avlanırken o civarda eşine az rastlanır bir ceylan gömüş ki, güzeller güzeli. Düşmüş peşine hemen. Atını öyle sürmüş ki, maiyetindekiler yetişememiş.

Ceylan koşmuş, Dârâ kovalamış, “hele şu açıklıkta atayım oku.. hele az daha yorayım şu ceylanı” diye diye, dağ da bırakmamış, vadi de..

Sonra yüksek bir kayalık dibinde kıstırınca “Ya Allah” deyip bırakmış oku. Ok, hayvancağızın tam kalbini bulmuş.

Dârâ, avı bitirmenin neşesiyle ardına dönüp “getirin bakalım şunu” demiş. Demiş demesine ama getirecek adam nerede?

Çaresiz inmiş atından, tam ceylanı boğazlayıp yüzmeye koyulacağı sırada bir ses duymuş. Dönmüş bakmış ki, yakındaki çalılıktan koşarak biri kendisine doğru geliyir. “Bu gelen dost mu düşman mı acaba? Herhalde düşmanlarımdan biri olsa ge­rek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim.” diyerek yayını germiş, nişan almış Dârâ. Biraz daha yaklaşsın diye de beklemeye koyulmuş.

Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’ın şahı, ey ulu Dârâ; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim, siz ulu efendimin atlarını besleyen seyis kulunuzum, sizle birlikte maiyetinizde ava gelenlerendim.”

Haykırışları duyan Dârâ, kısmen rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, bugün sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa bugün öldüğün gün olacaktı.” demiş.

Seyis, “Efendim benim size bir zararım olmaz.” dediyse de, Dârâ, ince ince sorular sorup seyisin saray ahırında çalıştığına tamamen ikna olmuş. Dârâ, gelenin düşman olmadığını kendi çalışanlarından biri olduğunu anlayıp iyice rahatlayınca; “hele yardım et de şu hayvanı yüzelim” demiş.

Seyis ceylanı yüzerken “Ey efendim, ulu hünkarım, müsade ederseniz size bir şey diyeceğim” demiş. Dârâ’dan onay alınca da şöyle demiş:

“İnsan iyili­ğini gördüğü efendisine, hiç kötülük düşünür mü? Bilakis doğruyu göstermek, iyiliği tavsiye etmek mecburiyetindedir sultanım. Ben kulunuz da size haddim olmayarak, bir tavsiye bir nasihat olsun diye söylüyorum.

Bir hükümdarın dostuyla düşmanını ayıramaması o hükümdar için iyi bir şey değildir, acizliktir. Büyükler, küçüklerini bilmelidir. Siz, beni sarayda kaç kez görmüş; atlardan, otlaklardan sorular sormuştunuz. Ama az önce beni gördüğünüz, bizzat daha önceden de tanıdığınız halde, düşmandan ayırt edemediniz. Hâlbuki ben seyis kulu­nuz, istediğiniz özellikteki bir atı, yüz tane atın içinden derhal bulup çı­karırım. Demek ki, seyisliğim akıl ve fikir iledir. Siz de benim gibi olun, SÜRÜNÜZÜ İYİ TANIYIN, onları her türlü kötü insanlardan ve kötülüklerden muhafaza edin!”


Bu öğütler İran Şahı Dârâ’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllen­dirmiş. Kendinden utanmış ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, seyisten daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır!” diye geçirmiş…

Hakiki dostlarınızı iyi tanımanız temennisiyle..

Fi emanillah