Lâ-taksus: anlatma, söyleme, konuşma, zikretme, hatırlatma, hikaye etme...” emri, Kelâmullah’ta Hz. Yakub’un diliyle verilir.

İligli ayetleri mealleriyle hatırlatalım:

“Hani Yusuf, babasına demişti ki ‘Babacığım! Rüyamda on bir yıldızla Güneş’i ve Ay’ı gördüm... Gördüm ki bana secde ediyorlar. Dedi ki ‘Yavrum! Rüyanı ağabeylerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar. Şeytan, insan için gerçekten apaçık bir düşmandır.” (Yusuf suresi, 12: 4-5)

Keşşâf Tefsiri’nin sahibi Zemahşerî, “Hani Yusuf demişti ki... ifadesi (önceki ayette geçen) ‘en güzel anlatım’ ifadesinden bedel-i iştimâldir; çünkü (Hani kelimesi ile ifade edilen) vakit, anlatımı da kapsamaktadır ki bu da anlatılan bir şeydir. Bir kıssanın vakti anlatıldığında, kendisi anlatılmış olur. Ya da bu ifadenin başında gizli bir üzkür (anlat, zikret, hatırla) ifadesi yer almaktadır” şeklindeki incelikli yorumunu, en azından kasas kelimesinde yaptığı gibi nedense lâ-taksus kelimesi için yapmaz. Oysa ki, lâ-taksus, tam da Zemahşerî’nin üzkür’le vurguladığı şeyi tek başına yapar: söylenmeyenin söylenmemesi yoluyla söylenmesine neden olur.

Şöyle ki:

Hz. Yakub’un zaten diğer oğullarından daha fazla sevdiği Hz. Yusuf’u, rüyasını anlatmasından sonra daha çok sevmesi; Hz. Yusuf onun “lâ-taksus” emrine uysa bile kardeşlerinin, babalarındaki bu sevgi artışını görmeleri mümkündür. Nitekim ilgili (8. ve 9.) ayetlerin meali de bize bu iki durumu birlikte verir:

“Hani, demişlerdi ki: ‘Yusuf ile (ana-baba bir) kardeşi (Bünyamin) babamıza kesinlikle bizden daha sevimli geliyor. Oysa biz güçlü bir topluluğuz! Doğrusu, babamız apaçık bir yanılgı içinde! Yusuf’u öldürün veya (kolay kolay bulunmayacak) bir yere atın da babanızın sevgi ve alakası tamamen size yönelsin. ‘O’ndan sonra (babanızın sevgisine layık) bir topluluk olursunuz.”

Bu yanlarıyla lâ-taksus da üzkür gibi bir görüngüdür (mazhardır) ve fenomenal / nisbetlendirme bakımdan açılmayı hak eder.

Konuşmak, söylemek, susmak, zikretmek, hatırlatmak, haber vermek, hikaye etmek... zıt anlamlarıyla birlikte anlatma(ma)nın hakikatini, açarken kapatan ve kapatırken açan kelimelerdir.

Zira anlatmak, konuşan varlıklar içinde insana özel bir durumdur; taşın bile kendince bir dile sahip olduğu (konuştuğu) şu yeryüzünde, meramını (haberini, hikayesini) muhatabının anlayabileceği bir anlamlı bütün halinde söyleyebilen sadece insandır.

Bu yüzden anlam ile anlatmak arasında oluşan semantik ilişki, insan için anlamın mı anlatmayı yoksa anlatmanın mı anlamı yarattığına dair sorular eşliğinde, hangisinin önce tezahür ettiği ve diğerinin onun mazharı olduğu merakıyla genişledikçe genişler.

Biz mezkur sorularla ve merakla burada (bu sütun ölçeğinde) baş edemeyeceğimize göre anlatma / anlatmama kelimelerini “söz / konuşma ve söylememe / susma” esasında toplayarak, Şeyh Muhyiddin’in şu yorumunu benimseyebiliriz:

“Biz de ‘söz’den meydana geldik. Bu ‘ol (kün)’ sözüdür, (emrin ardından) biz de ‘olduk’. Öyleyse, susmak var olmayan bir durum iken, konuşmak var olan bir durumdur. Sözün bir etkisi vardır ve bu nedenle ‘söz’ diye isimlendirilmiştir. Çünkü (söz anlamındaki) kelam, kelm kelimesinden türetilmiştir. Kelm ise, bedendeki bir iz olan yara demektir. İnsan var olmuştur, öyleyse, onun var olması gereken bir nitelikle nitelenmesi gerekir ki, o da kelamdır. Var olmayan bir nitelikle nitelenemez. Var olmayan nitelik ise, susmadır. İnsanın hakikati, konuşmadır (nutk). Sustuğunda ise, hâliyle kendisini yalanlar. Şu var ki Allah susma için bir yer belirlemiştir. Söz konusu susma ‘göreli susma’dır. Göreli susma, gereksiz durumlarda konuşmamak ya da insanın lehinde değil aleyhinde olacak durumlarda konuşmamasıdır.” (Fütûhât-ı Mekkiyye, çev.: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2007)

O halde, ilkin Hz. Yakub’un, Hz. Yusuf’a emrettiği susmayı, kardeşlerini şeytanın tuzağına düşmekten korumaya yönelik insan lehine bir susma olarak almamız gerekir. İkinci olarak da, dil ile susması mümkün olsa bile insanın hâl itibariyle susmasının mümkün olmayışını, yine bu emirden görmemiz gerekir.

Nitekim, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hz. Yakup, Hz. Yusuf’a olan sevgisini söylemese ve ona (rüyasını) söyletmese de, sevgisini hâl olarak gizlemesi münkün olmadığından, bu kez kendisi söyleme yoluyla söylemiş olmaktadır.

Zira yine Şeyh Muhyiddin’in tanımıyla “Konuşan, öğrendiği şeyden haber veren” olduğuna göre, konuşmayan da bildiğini söylemeyendir.

Bir şey bildiği başkalarınca bilinenin susması, söylememe yoluyla söyleyemeyişini söylemesidir.