Ümmetin umudu Türkiye, 15 Temmuz gecesi tarihin ibretle yazacağı ihaneti yaşarken destansı bir direnişe imza atan aziz milletin şehadetine de şâhit oldu. Bir yanda ömrünün baharında gözünü kırpmadan tanklara direnenler diğer yanda ilerleyen yaşına rağmen meydanları terk etmeyen, darbenin ne olduğunu çok iyi bilen elleri öpülesi dedeler.. Onlar tarihin soylu direnişçileriydi, onlar bu milletin gerçek anlamda ne olduğunu dünyaya tanıtan kahraman vatanseverlerdi. Zira ölümü tebessümle karşılayanların dünya gibi dertleri yoktur..

Artık sonuçlardan çok sebepleri tartışmalıyız. Paralel devlet yapılanmasının temelinde ‘paralel din algısının’ olduğunu idrak edebilmeliyiz. Bu algı beraberinde vahiy ve peygamber tasavvurumuzun nasıl olduğunu, İslam terör ilişkilendirmesi yapan üst aklın mezhepçiliği kullanarak nasıl terör örgütleri ortaya çıkardığını da gözler önüne seriyor. Geleneksel İslam anlayışı ve rivayet kültürü ile yüzleşmek, Kur'an'a, fıtrata ve öze dönüş yolculuğunda yürümek zorundayız. Vahyi asrın idrakine sunmak ancak bu şekilde mümkündür. Kur’ansız Müslümanlığın, mezhebini, cemaatini din haline getirmenin sonucunda parçalanmış bir ümmetle karşı karşıyayız. Ne acı ki Müslümanlar olarak ilmiyât yerine hissiyatı, tartışma ahlâkı yerine saldırganlık tavrını ve tekfirci din dilini tercih ediyoruz. Her grup kendini mutlak hakikate ulaşmış tek doğru olarak gördükçe, öteki fikre saygı duymak yerine tekfir eden bir din dili oldukça paralel yapıların sonu gelmeyecektir. “Onlar ki dinlerini paramparça ettiler (birbirine karşıt) taraftarlar haline geldiler; (artık) her hizip kendi elinde kalanla övünmekteler..”(Rum/32) Aslında her grubun ya da cemaatin kendi yolunu doğru görmesinin temelinde vahyin yerine konan kitapların Allah tarafından ‘yazdırıldığı’ iddiası vardır. Onlara en güzel cevabı yine İlâhi Kelam veriyor: “Yazıklar olsun onlara ki, kitabı kendi elleriyle yazıp da az bir getiri sağlamak için "Bu Allah katındandır" derler. Elleriyle yazdıklarından dolayı yazıklar olsun onlara, kazandıklarından dolayı da yazıklar olsun!” (Bakara/79)

FETÖ’nün cemaatten terör örgütüne dönüşen serüveninde mensuplarını Allah ile aldatan bir lider ve iradeleri teslim alınmış bir kitlenin nasıl cinnet haliyle silahlanabildiğine şahit olduk. Avrupa’da ve ABD’de artan ihtida oranlarıyla birlikte İslamofobik faaliyetler de artış gösteriyor ve bunda en büyük rolü de din adına cihad ettiği söylenen sahte örgütler üstleniyor. DAEŞ ve FETÖ aynı fıkhî kaynaklardan beslenen yapılar. Her ikisi de kült psikolojisi ile insan aklını, zihnini kontrol edebilen ve bunu din adına (!) yaptığını iddia eden örgütler. Mensuplarından ilk istenen şey koşulsuz itaattir. Atılan her okun Allah adına atıldığı, Peygamber’in desteği bu örgütün arkasında olduğu gibi sahte telkinlerle, rüya ve ilham aracılığıyla hipnotize edilmiş, sorgulamayan, eleştiremeyen bir kitleye hitap ediyorlar. DAEŞ kendi gibi düşünmeyen başka mezhepten bir şahsı önce mürted ilan ediyor ardından tekbirler eşliğinde kafasını kesiyor. FETÖ kendinden başkasını ‘hain’ ilan ediyor, gücü ele geçirdikçe tasfiye ediyor, infaz listeleri hazırlıyor ve ‘sünnete riayet’ olsun diye suyu üç yudumda içen askerler Peygamber’den ‘şefaat’ ümit ederek halkı bombalıyor. Bu nasıl bir din anlayışıdır? Akıl ve iradeleri teslim alınmış insanların böylesi bir kalkışmada figüran olması barış dini İslam’ı yeryüzüne nasıl tanıtır? Öyle profesyonel bir takiye ki sorsanız İslam’ı güneşin doğup battığı her yere taşıdıklarını, karıncayı incitmediklerini iddia ederler. Yeryüzünde fesat çıkaranların ‘biz sadece sulh edicileriz’ dediklerini de hatırlıyoruz Bakara/11’den..

Tarih tekerrürden ibarettir biliyorsunuz. Osmanlı duraklama döneminde II.Mahmut’un ‘vakayi hayriye’ olayı ile ortadan kaldırdığı Yeniçerilerle, Selçuklular’ın yıkımına sebep olan tasavvuf adı altında Moğol işbirlikçilerinin amacı aynıdır. Allah ile aldatan, kendi doğrusunu mutlak gören ve tahakkümle başkalarına dayatan paralel din anlayışının bir tezahürüdür.. 
Öyleyse gelin bir kez daha aklı selim ile düşünelim. Evlatlarımızın sorularına cevap veren, toplumun sorunlarına çözüm üreten bir dine mi inanacağız, yoksa hurafe ve bidatlarla âdeti ibadetleştiren, kültürü din haline getiren, ticari araç olarak kullanılan dine mi? Kendi görüşünü hakikatin merkezine koyup yorumunu din haline getirenlere yine Kur’an cevap veriyor: “Kitap'tan olmadığı halde ona ait olduğunu sanasınız diye dillerini eğip bükerek Kitabı çarpıtırlar ve o Allah katından olmadığı halde "Bu Allah katındandır" derler: sonuçta onlar bile bile Allah'a iftira etmiş olurlar.” (Ali İmran/78)

Kaynağını geleneksel fıkıhtan, rivayetlerden alan emek verilmeden tekrar edilmiş bir ilme mi talip olacağız, kaynağını vahiyden alan hayatı Kur’an’la inşa eden, emek isteyen bir ilmin mi yolcusu olacağız? Paralel din Allah’ın öğrettiği din değil Allah’a öğretilen dindir. Hucurat/16’da çarpıcı bir uyarı karşılar bizi: “Siz Allah’a din mi öğretiyorsunuz..?” diye. Ve sorular devam eder: "Peki ya atalarınız hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimselerse..?" (Maide/104)

Akıl, irade ve vicdanla donatılmış, hayata vahyin penceresinden bakan bir şahsiyet inşa edebilirsek eğer işte o zaman Rahman’ın has kulları zümresine dahil olacağız. Artık meydanlarında gelincikler açan bu güzel ülkeye verilen emeği boşa çıkarmayalım. Ehliyet ve liyakati siyasetin merkezine koyalım. İşini en iyi yapan kişi dinsiz de olsa ehil olanı tercih edelim. Nurullah Genç’in Mahrem şiirini okurken iki farklı isyanla karşılaştım. Birincisi darbecilerin, ikincisi milletin isyanıydı. Ümit ederiz ki bu direniş yeni bir dirilişin tohumudur:
“Bu isyan hainlerin kirli kanında mahrem
Bu isyan destanların doğum anında mahrem..”