"Hayat bir mücadeledir” derlerdi büyüklerimiz. Mücadeleyi ise, gündelik hayatın işleyişine mahsus ferdi hareketlerin fevkinde inançsal, toplumsal ve siyasal bir içerikle kullanırlardı.

Yetmişli ve seksenli yıllarda açık bir iç-savaşa dönüşen bu mücadelenin adı ideolojiydi. 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla birlikte bitti ideolojiler devri. Ama değil mi ki, devirler geçici hayat mücadelesi kalıcıydı ve hayat boşluk da kabul etmeyeceğine göre, farklı bir adla yeni bir mücadelenin başlaması kaçınılmazdı.

Komünist tehlikeyi SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte kolaylıkla bertaraf eden Batı, kendisinin yeni düşman arayışına uygun bir mücadeleyi üretmekte geç kalmadı. Bugün simgeler savaşı olarak adlandırılan, İslamofobik devir böyle başladı.

Simgeler üzerinden verilen mücadele kuşkusuz daha önceki devirlerin tamamında da vardı, ancak her devrin karakterine göre, örneğin ideolojik devirde mesajcılığın öne çıkarılmasındaki gibi, belli bir durum ya da etkiye tabi olarak geride ya da beride tutuluyordu.

Bu bağlamda simgelerin yeni mücadelerinin nesnesi haline getirilmesi, asıl hedeflenen din savaşlarının perdelenmesi bakımından son derece işlevseldi.

Örneğin, İslami yaşayışın alemeti farikası olan tesettüre karşı düşmanlık, asliyetinde bir İslam düşmanlığı olduğu halde, kadın haklarının yokluğunu pekiştiren bir temsil sayılarak, tesettürsüzlük özgürlük simgesi olarak simgeleştirilirken, aynı zamanda başörtüsü, çarşaf, peçe vb. kıyafetler de yobazlığın, gericiliğin, çağdışılığın simgesi olarak lanse edildi. Dolayısıyla simgenin simge olarak mevcudiyetinden, geçmişten beri var olan İslam düşmanlığı, yeni bir nitelik (örneğin, çağdaşlaştırma) yüklenerek güncelleştirilmiş oldu.

Burada asıl amacın, zaten Batı özelinde, (alt ve üst yapıya birlikte sahip olarak) tarihi bir arkaplandan beslenen İslam düşmanlığı olması kadar, simgenin salt bu maksatla kullanıma uygun olmasının da payı büyüktür. Zira, Ernst Cassirer’in kelimeleriyle, “Ancak simgesel ifade ileriye ve geriye dönük bakışa olanak tanır, çünkü ‘ayrım’ın konulup bırakılmaması, ayrıca bilinçte sabitlenmesi yalnızca simge sayesindedir. Zihnin bir kez yarattığı, bilincin bütünsel küresinden ayırdığı şey, söylenen söz ona, mührünü basıp kesin biçim verdikten sonra tekrar silinip gitmez.” (Dil ve Mit, çev.: Onur Kuzgun, Pinhan Yayınları, İstanbul 2018)

“Silinip gitmemeye”yi, bir inanca dönüşme olarak okuduğumuzda, simge doğrudan, karşıtlık ve mücadele esasında dine mal olacak ve dolayısıyla hem saldırma hem de savunma aracı olarak somutlaşacaktır.

Cassirer de zaten bunu dil ve din düzeyinde birleştirerek okur:

“(Simgelerin) Hiçbiri başlangıçta ayrık, bağımsız olarak tanınabilen biçimler olarak ortaya çıkmazlar, fakat her birinin ilkin mitin ortak döl yatağından kurtulması gerekir. Bağımsız bir sistematik alanı ve kendilerine ait bir ‘ilke’yi ne denli doğrulukla açığa vurduklarına bağlı olmaksızın, tüm zihinsel içerikleriyle ancak bu şekilde kapsanmış ve temellendirilmiş olarak biliriz. Kuramsal, pratik ve sentetik bilinç; dil ve ahlak dünyası; toplum ve devletin temel biçimleri; bunların hepsi temelde mitsel-dinsel kavramlaştırmaya bağlıdır. Bu bağlantı öyle kuvvetlidir ki çözünmeye başladığı yerde bütün entelektüel dünya yarılma ve yıkılma tehdidiyle karşı karşıya görünür; öyle hayatidir ki ayrık biçimler kökensel bütünden doğduklarında ve o andan itibaren, farklılaşmamış arka zeminleri karşısında özgül karakteristikler sergilediklerinde kendilerini kökenlerinden koparır ve kendi hakiki doğalarının bir kısmını yitirir görünürler. Kendi kendilerini bu şekilde yükümlülük altına koyuşun onların kendi gelişimlerinin bir parçası olduğunu, olumsuzlamanın yeni bir savın çekirdeğini barındırdığını, ayrılışın ta kendisinin dışarıdan gelen koyutlardan kaynaklanan yeni bir bağlantının başlangıç noktası haline geldiğini ancak tedricen gösterirler.”

Dilsel – mitsel ve dinsel bir ilişkiler bütününe dahil olmaları bakımından simgeler, zikrettiğimiz savaşın araçları haline geldiklerinde, Cassirer’in doğal olarak nitelediği gelişimlerini, özellikle “toplum ve devletin” temel biçimlerine yönelik bir tahrip silahı olarak sürdürürler ve bu manada İslam’dan eksiltilecek herhangi bir simge, ona ait zihniyette bir boşluğun doğmasına ve giderek asli yapısında silsile halinde bir çöküşe neden olacaktır.

Bu nedenle diyoruz ki, günümüzdeki simgeler savaşı, bir dinler savaşıdır ve bizim mücadelemiz de bu savaştan galip çıkmaktır.