Şiir, hâllerin tarlasında kelimeyle tohumlanıp, söz (dize) olarak hasat edilen şeydir.

Zira hâl mahalsiz olmayacağı gibi, tohumsuz da olamaz; tohumlanarak meyveye duran ise hasadını talep eder.

Bu durumda yazımızın başlığı, Şiirin Sezai Karakoç hâli değil, Sezai Karakoç’un şiir hâli olmalı değil midir? Zira hâl – mahal – tohumlayan – tohumlanan ancak kâlp sahibi bir nefiste toplanabilir.

Kâlp ise sürekli kalbedip / değişip duran şey olarak hâllerin değirmenidir. Değirmen kâinattan kinâyedir ve insan bu değirmenin hem temsili, hem de bizzat kendisidir.

Ama değil mi ki kâlp, kalbettiği şeyi, ait olduğu nefsin (nüfûsun / kim-lik sahibinin) dünyasallığından devşirir.

Zira duyular, duyumlar, duyuşlar, akıl, hafıza ve idrak, adına tarih diyebileğimiz kendi-lik bilgisinin tekrarlayıcısı ve yenileyicisi olarak dünyasallıkta mukimdir.

Dünyasallık ise, bize rağmen varolan ve bize rağmen kendi menzilinde akıp duran dünyadan, yeryüzü yardımıyla kendi adımıza temellük edebildiğimiz (ya da temellük ettiğimizi zannettiğimiz) fizikî ve zihnî mekândır.

Bu öyle bir mekândır ki, ancak sahibiyle ve onun sahip kılındığı mühletle (ona tahsis edilen başı ve sonu belli bir zaman nimetiyle) mukayyettir.

Bu aynı zamanda Şiirin Sezai Karakoç hâli deyişimizin nedenidir. Zira her şair şiirini söz konusu mühlet içinde ve şartları itibariyle o mühletin hak ettiği şekilde kurarak, hem kendi hakikat çabasının açıklığında hem tarihe (geçmişe) eklemlenir, hem de kendi şimdisinde, kendi yeniliğini eli kulağında olan geleceğin tarihine tevdi eder.

Dolayısıyla her şair, kendi tarihselliği içinde tekrarlanarak yenilenen şiir köprüsünde bir nöbetçidir.

Bu manada şiir tabi olunan, şair ise tabi olandır; kendi nefsinin hak ettiği kâlp ile bu kâlbin ancak kendi zamanına mahsus kalboluşları içinde o köprüde mahal tutan, kelimeleriyle o mahali tohumlayan ve tohumlama kabiliyetince hasat edendir.

Bunu şu örneklerle açabiliriz:

Yunus Emre (v. 1321), “içeri” kafiyeli şiirinde hep bir ikinci mevcudiyeti ihsas ederek, ötekilik bilincini yerleştirmeye çalışır. “İhsas ederek” diyoruz çünkü, henüz muğlak mevcudiyetlerden (deneyimlenmemiş telâkkîlerden) söz ederek ötekinin ötekiliğini zuhûra çıkarmaktadır. Bu şekilde söz etmesi, hem tarihsel şartların (göçebeliğin), hem de yeni burun buruna gelinen çok milletli ve çok dinli yaşama tarzının bir mecburiyetidir. Bunun için “Süleyman kuş dilin bilir dediler / Süleyman var Süleyman’dan içeri” dediği yerde, mülk tutma anlamında içinde yaşadığı şartların belirsizliğini dile getirirken, aynı zamanda buna dair bir umudun mümkün olabilirliğini ötekinin varlığına bitiştirir.

Şeyh Gâlib (v. 1799), “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” derken, Osmanlı’nın ihtişamlı günlerinde, varlık kaygısından başka bir kaygının karşısına dikilmemesinin rahatlığı içinde varlığın hakikatine dokunur. Zira, yoksulluk, savaş vb. sorunların yokluğunda ona kendisini dayatmayan nefsin açtığı boşlukta, onun önceliklerinden özgürleşmiş olarak kendi dışına çıkıp, onun varlığını temaşa etme hakkını kazanmıştır.

Sezai Karakoç’a gelince:

O, “Bozgunda bir fetih düşünü” yaşayanların zamanına değerek, “Silahlara veda / Geceye rüyaya ve sana / Yalnızlığın geyik gözlü köşesinden / Düzenlerin çıkmazına” ermiş, “...hatıra yazılmayacak kadar / fazla kararmış” taşların arasında, ona öğretmedikleri şeylerden dolayı “...yeşil sarıklı ulu hocaları...” sorgulayıp, “Biten ve çoğalan ve hiç tükenmeyen / Ölüm anındaki bir kaplanın gözleri / Hicaz bulutlarındaki yağmur cevheri / Ya da Kafkaslar’daki kar gibi demirden / Biten ve çoğalan ve hiç tükenmeyen” bir umutla, avuçlarını semaya açmış olandır:

“Yenilgi yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili”

O, “Yolları bir urgan gibi / Ayağına sarmış Muhyiddin”in varisi olarak (“Muhyiddin-i Arabi değil miyiz”), Yunus Emre’yi, Şeyh Gâlib’i... tarihselleşmiş dünyasallıklarından koparmadan, onların temsil ettiği zihniyeti tekrarlama yoluyla kendi dünyasallığına dahil edip, kendi zamanın yenilgisini, maddi ve manevi kayıplarını, ait olduğu ümmet adına kaygılarını ve ille de diriliş umudunu dile getirme yoluyla Şiirin Sezai Karakoç hali’ni inşa etmiştir.

Kelimenin tam anlamıyla, şimdi yaşayan şiir budur.

Dönemsel (kendi mühletiyle mukayyet) bir nefsaniyyetin değil, tarihsel ve güncel bir hüviyetin şiiridir Sezai Karakoç şiiri.

İşte bu: Şiirin Sezai Karakoç hâlidir.

Bu hâli kendi tarihselliği içinde tekrarlayarak, hâllerini yeni şiirsel hakikatlerin arayışına tevdi etmeyenler, şiir nöbetine yazılmayı da hak etmeyeceklerdir.