“Sayı” der Valery, “en yalın sözdür.”

Sayının yalınlığı onun masumiyetidir aynı zamanda; mükellefiyeti yoktur; ne suç işler ne de bir suça ortak olur sayı; söylenişiyle neyi ifade ediyorsa, o hep odur; biz onu sayıyorsak var, saymıyorsak yoktur.

Şeylerin şeyliğine, durumlarına mahsus olarak belirttiğimiz sayılar, aynı zamanda bir zarftır ve bu manada muhtelif bileşiklerin bu yalınlıkta mekan tutması ise tam bir paradokstur.

“Sayılı gün çabuk geçer” deriz örneğin. Umutlarımıza yüklediğimiz bu “çabuk”la, geçecek olandan çok gelecek olanı imleriz. Bu söyleyişle bir vaade dönüştürdüğümüz “çabuk geçen’in geçişinde, ne çok acının sıralandığını, hatırda ne çok sızının yer tuttuğunu, ne çok sevincin köpürdüğünü, ne çok kırgınlığın firaka, hasrete ve vuslata bitiştiğini görmeyiz ve bilmeyiz. Sadece, sayının yalınlığını ihlal etmeden, çok’un sayılamazlığında, say say bitmeyen dünya hallerini hikaye kipinde söz kalıbına dökerek o mezkur paradoksu büyütürüz.

Ali Işık’ın hazırladığı Sayılı Gündü Geçti – Hüseyin Su’yla Nehir Söyleşi’yi (Şule Yayınları, İstanbul 2019) okurken, içinden geçebildiğim değil, içinde yüzebildiğim de bu paradokstu.

Hüseyin Su özelinde halen yaşanmakta olan bir hayatın son elli yılı! Elli sayısının yalınlığında, binlerce olan-bitenin ve olmaya-duranın, “hayat hikayesi” adı altında bir’leşmesi! Bu fiilin, ketumluğu yalınlığa yoldaş kılan bir mizaç üzerinden geçrekleştirildiğini düşünelim bir de; işte o zorun zoru.

Ali Işık, bu zorluğu da vurgulayarak, Sayılı Gündü Geçti’yle neyi nasıl hasıl etmeye çalışığını şu kelimelerle vermiş:

“Hüseyin Su’ya hayatıyla ilgili soru sormak zordur. Ketum bir insandır. Kızılay’daki çay ocaklarında uzun uzun konuşurken ben sorularımı oluşturdum. Bir süre sonra bu Nehir Söyleşi kitabı düşüncesini kendisine açtım. Benim aralarda sorduğum sorulardan sanırım zaten böyle bir düşüncemin olduğunu anlamıştı. Soğuk bakmadı. Teklifimi birkaç kez daha yineledim. Sonra kabul etti. Hazırladığım şablon üzerine konuştuk. Bu kitap için ilk soruyu 2015 yılının Haziran ayında not almışım. Yaklaşık üç ay sonra ilk bölümün sorularını yöneltmişim. Dört yıl, gerek yazılı sorularımı yöneltirken, gerekse soruların hazırlık aşamasındaki uzun sohbetlerimizde sanırım onu oldukça yordum. O da sabırla bana katlandı. Zaman zaman sorularımı olması gerektiği gibi düzeltti. Bu çalışmayla sadece Hüseyin Su’nun hayatını ve yazarlığını konuşmakla kalmadık. Türkiyenin son elli yılının sanat, edebiyat ve sosyoloji tarihini de konuştuk. Yetmişlerden iki bin yirmilere kadar elli yıllık süreci bir yazarın, bir okurun hayatı üzerinden daha yakından görme fırsatı bulduk.”

Sayılı Gündü Geçti, şu başlıkları ihtiva etmiş: Hayata Dair İlk İzleminler; Edebiyat dergisinde Ad Koyma Geleneği; Ortaokul ve Lise Yılları; Okumak, Kitap, Kütüphane; Üniversite Eğitimi ve Edebiyat dergisi; Yazmak Sorumluluktur; Hendek, Ankara, Nuri Pakdil; Yola Çıkmak, Yolda olmak; Hece, Heceöykü dergileri, Hece Yayınları; Hayat, Edebiyat, Siyaset ; ‘Son Hece’ ve Sonrası.

Hüseyin Su’nun, daha ilk başlığın ilk sorusuna verdiği cevapta, nehir söyleşinin ilkeleri, diğer bir söyleyişle “yazarın soruya cevap verme ahlakı” şöyle şekillenmiş:

“İnsan, sanatçı, gövdesiyle hem kendisinin hem de kendisini izleyenlerin ufkunu kapatmamalı. Buna hakkı da ihtiyacı da yok. Hayatımızın ne kadarı diğer insanları (ister okurumuz, ister yol arkadaşlarımız olsun) ilgilendirebilir ki?.. Bu soruyu dürüstçe cevaplamış olması gerekir yazarın, sanatçının. İnsanın günahlarını, marazi yanlarını, yaralarını orta yere dökmesi hastalıktır, müptezelliktir; erdemlerini, sevaplarını orta yere dökmesi kibirdir, ateştir. Eğer varsa eseri, yeter o insanı anlamamız için. Yoksa kayda değer bir eseri, ne kadar deşerse deşsin yarasını, hiçbir faydası olmaz. Benim için de böyle, sizin için de. Bilinmesi gerekenler biliniyor. Bilinmesi gerekmeyenleri, kimseye bir faydası dokunmayacak şeyleri konuşmanın, yazmanın gereği yok. Sahneden uzak durmaya çalıştığım, yapabildiğim kadarıyla doğru, zaten sahneyi başaramam da (...) Yazıklarımız, konuştuklarımız ortada. Bununla birlikte, özel bir gayretle saklanarak bir sır perdesi oluşturup, perdenin arkasında insanlar bir şeylerin varlığını vehmedip meraklansınlar diye saklandığım da yok. Yazar da olsak, sonuçta bir ‘insan’ olarak toplum içinde insanların arasında yaşıyoruz.”

Sayılı Gündü Geçti, bu ilkeler doğrultusunda, yıl olarak 50 sayısının yalınlığı içinde, yaşanan dopdolu bir hayata tanık olabilmek için okunmalıdır.