Kubbetü’s-Sahra’daki tezhibin, geometrik uygulamaların İslam sanatlarının ilk programı olduğunu, bundaki ilk hareket noktasının ise Kur’an’da zikredilen meyve ve bitkilere, cennet tasvirlerine ve mikro-kozmos insanın akıl, ilâhî bilgi, ilham yoluyla aklının ve görüşünün yöneldiği makro-kozmosa isnat ettiğini söylemeli, söylemişsek bile bunu ilgili her bahiste yeniden söylemeliyiz. Çünkü bunlar İslam sanatının idraki / oluşumu esasında ikincil değil aslî şeylerdir.

Nitekim Oryantalistler, mezkur ilk programda Bizans etkisinden söz ederek, İslam sanatlarının tümüne yönelik pejoratif dili de tam buradan kurmakla kalmazlar, mezkur etkiyi pekiştirme tahtında orada kıyamet ve haşredilmenin imgesi olarak kullanılan sur boynuzunu, cennetteki –iaklı örtmeyen– leziz içkilerin imgesi olarak kullanılan kadehleri savaş ve zaferle ilişkilendirerek, muhataplarını Romalıların zafer kutlamalarındaki şaraba düşkünlüklerinin etkisine çekerler.

Bu türden bir eşitlemedeki asıl maksat ise, salt İslam’a mahsus bir idrakin olmadığını ihsas ettirmek suretiyle, İslam’ın tanrısının ve kitabının farkını insanlığın sanat kültürü içinde massetmektir.

Oysa ki, Kubbetü’s-Sahra’ya işlenen ayetlerden, surelerden hemen anlaşılacağı üzere, buradaki ilk program, aynı zamanda İslam’ın diğer inançlara farkını hat ve tezyinat ile ibadet mahallindeki yapısal örgütlenmeden ve dolayısıyla sanat üzerinden de beyan eden bir programdır.

Önceki yazımızda, Rahman suresinin okumasıyla başladığımız mezkur fark esasındaki bu beyanın, “Allah’ın boyasına bak (vaftiz suyunun boyanışı da n’olacak?): Kim, Allah’dan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O’na ibadet edenleriz” mealindeki ayetle (Bakara 2:138) ve “İnsanlardan öyle kimse vardır ki, onun (bu) dünya hayatına aid sözü hoşuna gider ve o, kalbinde olana Allah’ı şahid getirir. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır” mealindeki ayette (Bakara 2:204) dünya hayatına aid söz ibaresini işarî tarzla sanatlılık ya da doğrudan sanat şeklinde okuduğumuzda ritüelin bizzat kendisinden başlatılabileceğini görürüz.

Bu manada Rahman suresini sanat merkezli okuduğumuzda, Müslüman sanatçının ve sanatının hadlerini diğerlerininkine göre farklı kılan beyana ihatalı şekilde gireriz.

İbnü’l-Arabî’ye göre, “Hatırlanan şey, ilk bilgiye benzeyen yeni bir bilgidir. Yenilenme unutulanın hatırlanmasının verdiği açıklıkta gerçekleşir.” Rahman suresindeki ilâhî uyarılar ve vaadler, her şeyden önce bir hatırlatmadır. Hz. Adem’den beri var olan bu uyarılar ve vaadler, Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından unutturulduğu ya da tahrif edildiği içindir ki, Rabbimiz evveldeki bilgimizi bize Kur’an’la yeniden hatırlatmıştır. Bu hatırlatmada öne çekilen hususlardan biri “Fanidir her kim var ise yeryüzünde. Celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı bakidir sadece”; “Senin, o ‘celal ve ikram sahibi’ Rabbinin adı ne kadar yüceymiş (bak da gör işte)”; “Secde eder bitkiler, ağaçlar...” mealindeki ayetlerde kurulan ilâh-melûh alakasıdır.

İbnü’l-Arabi’nin, İseviler’den bahisle “Onların esasları, (misal) yolunda soyutlamanın tevhididir. Çünkü Hz. İsa bir erkek insandan meydana gelmemiş, (bir kadından) ruhun beşer suretinde görünmesiyle meydana gelmiştir. Bu nedenle Meryem oğlu İsa ümmetinde, diğer ümmetlerden farklı olarak, sureti benimsemek bulunmuştur. Onlar, kiliselerinde müsül (ikonlar, suretler) suretlendirmiş, onlara yönelerek ibadet etmişlerdir. Çünkü peygamberlerinin aslı, bir ‘suretlenme’ idi. Böylece bu hakikat, günümüze değin ümmetine nüfuz etmiştir. Muhammedî şeriat geldiğinde ise, suretleri yasaklamıştır. Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın hakikatini içerdiği gibi şeriatı da onun (tahrife uğramamış) şeriatını barındırıyordu. Bu nedenle bize ‘Allah’ı görürcesine ibadet etmeyi’ emredip, Allah’ı bizim için hayale sokmuştur. İşte tasvirin anlamı budur. Şu var ki, Muhammedî şeriat, bu ümmete Allah’ı algılanabilir bir suretle tasvir etmeyi yasaklamıştır.” şeklindeki değerlendirmesini “Secde eder bitkiler, ağaçlar...” mealindeki ayetle birlikte okuduğumuzda, ilâh-melûh ilişkisindeki farkımızı ihsan esaslı olarak, bitki ve ağaçlardan hareketle varlığın tümüyle irtibatımıza yayarız: “Göklerde ve yerde ne varsa Allâh’ı tesbîh (ve tenzîh) etmektedir. O, (mülkünde) gâlib-i mutlak, (sun’unda) sâhib-i hikmettir.” (Hud 57:1)

Bu durumda, Kubbetü’s-Sahra’nın tezyin ve tezhibindeki tezekkür (hatırlama) insanın unuttuğu ya da hakkında gaflete düştüğü şeye döner:

Zakirleri zikrettikleri şey nedeniyle zikretmek!