Önceki yazımızı şu cümleyle bitirmiştik: Kubbetü’s-Sahra’nın tezyin ve tezhibindeki tezekkür (hatırlama) insanın unuttuğu ya da hakkında gaflete düştüğü şeye döner: Zâkirleri zikrettikleri şey nedeniyle zikretmek!

Kıble mescidinin inşasına kadar mescit olarak kullanılmışsa da, Kubbetü’s-Sahra’nın asıl Mirâc-ı Müşerrefe Kayası’nın İslam eliyle zarflanması maksadıyla yapıldığını tekrar hatırlatarak, birinci galerisinin doğrudan Taş’ın muhafazasına, ikinci galerisinin ise ilk mahfazanın tahkimine yönelik oluşundan hareketle, yukarıdaki zâkir-zikir kelimelerinin mezkur ilişkisine göre taşa yüklenen değerin nedenlerine eğilebiliriz:

Sahra / es-sahre kelimesi kaya anlamındadır. Zemahşerî’nin Keşşâf’ındaki kaydına göre, “Hasan-ı Basrî şöyle demiştir; ‘Allah Teâlâ yeryüzünü Beyt-i Makdis’in mekanında, üzerinde bir duman tabakası yapışık bulunan bir kaya şeklinde yarattı. Daha sonra dumanı yükseltti ve ondan gökleri yarattı, kayayı ise yerinde tuttu ve ondan yeryüzünü yaydı. İşte ‘Gökler ve Yer bitişik idi’ (Enbiyâ 21:31) ayetindeki bitişiklik bu yapışıklıktır.”

Bu rivayete göre Kubbetüs’s-Sahra’nın tam karşılığı es-Sahre’nin Kubbesi / Taşı muhafaza eden bina’dır. Bu taşın, hem dünyanın yaratılışının başlama mahalli, hem de Mirâc-ı Müşerrefe Kayası terkibiyle İslam’ın içine çekilmesi, söz konusu iki galeriye sadece bina/yapı cihetinden değil, mana cihetinden de meşruiyet kazandırır.

Nitekim yine bu Taş, onun zarfı olarak yapılmış veya bu Taş’ı merkezine almış olan iki mabet, M.Ö. 586 ve M.S. 70 yılında, yerlerine ekin ekilecek şekilde yıkıldıkları halde varlığını sürdürmüşse de, bu sürdürme asıl mezkur manası nedeniyle mümkün olabilmiştir. Hz. Ömer’in 638 yılında Kudüs’ün anahtarlarını teslim almasının hemen ardından es-Sahre’yi buldurması, Hıristiyanlar tarafından çöplüğe çevrilmiş olan harem alanını temizletmesi ve kıble istikametine göre onun önüne geçici bir mescit yaptırması da mezkur mananın gücünü teyit etmektedir.

Rahman suresini yaratılış, uyarı/hatırlatma ve ödül/cennet esasında sanat bakış açısıyla okumamız da yine bu manaya isnat eder.

Şöyle ki, güneş ve ayın bir hesaba göre hareket edişi, bu hesabın bitkilerin ve ağaçların secde edişlerini kapsaması, göğün yükseltilmesini takiben mizanın konulması, doğru tartı ve tartarken zarara uğratmamanın emre dönüşmesi ve zikredilen şekliyle hesap, secde, mizan ve doğru tartının müştereken yer-yüzüne yer-leştirilmesi İslam sanatının idrakinde evleviyetle yer-almakla kalmaz, sanatçı için de aşikar bir iz oluşturur. Öyle ki, sanatçı her nereye baksa, sanat maksatlı olarak hangi işe el atsa hesap, secde, mizan ve doğru tartının hükmü altında olduğunu müdrik olarak görür ve eyler.

Bu hükümleri, hakikatleri, usulleri, nispetleri, perspektifi dil yoluyla dile getirdiğimize göre, İslam yazısı ve dolayısıyla dili içinden sadece şu kelimelere bakmak suretiyle de temellendirebiliriz.

Sarf, çevirmek, döndürmek demektir. Dilde kelimelerin form/şekil bilgisidir.

Nahiv, yönelmek, iz sürmek, yön, taraf, yol demektir. Dilin sentaksına mahsus incelemedir.

Bina ev, kubbe, çadır gibi ‘yapı’ların ismi olarak kullanılan mastardır. Arapların binaları ifadesinden onların çadırları kastedilir (Zemahşerî). Dil de ise, fiil kalıplarının/çatılarının incelenmesidir.

Bu kelimeler bize Arap dilinin ve dolayısıyla İslam yazısının ölçü-lü bir yapı içinde kurumlaştığını, öğrenildiğini ve öğretildiğini gösterir ki, yapı kurma / yapılandırma idraki ise alemin yaratılışına mahsus ilâhî bilgiden kaynaklanır.

Yine de dil, mezkur idraki tanım bakımından belirleyici olsa da, bu idrakin mana katına yükselmesine yeterli gelmez. Bunun için sanatın Hanifîlik temelinde İslam’la kristalleşmesi için tıpkı kristalleşmenin kimi etkilerle gerçekleşmesindeki gibi, ona da başka etkiler gereklidir.

Tasavvuf-sanat ilişkisi, asıl bu noktada incelenmesi gereken bir husus olarak öne çıkar. Ancak, bu etkilerin ortaya çıkışı, “şöyle olduğu için, böyle olmuştur” şeklinde belirtilemez, çünkü bunlar eş-zamanlı olarak, birbirlerini etkileyerek ve birbirlerinden etkilenerek mezkur kristalleşmeyi sağlamışlardır.

“Tasavvuf ilminin İslam sanatlarıyla ilişkisi (...) hiç şüphesiz, sûfînin, beş duyu ile idrak ettiği âlemin ötesinde, yani metafizik âleme/melekûta ulaşıp keşf ve ıttıla’ yoluyla bilgi edinmesi ve bu bilgilerinin kitap, beste ve başka eserlere dönüşmesiyle yakından ilgilidir. Çünkü sanatçının ilhamı da bir bakıma buna benzer. Bu demektir ki her sûfî belli oranda sanatçıdır ama her sanatçı sûfî değildir.”