Renklere dair bilgilerimiz kadimdir ancak renklerin adlandırılması ve renk tonlarının üretilmesi tarihsel bir keşfe ve tekamüle tabidir. Renklerin güzel-çirkin / olumlu-olumsuz olarak nitelenmeleri ve daha da önemlisi kimi tanım ve yorumlarda dilin yerini alması ise tamamen inançsal ve kültüreldir.

Buna göre: Renk esasında ışık-nesne-görme ilişkisindeki ilk bilgide bir değişme yoktur; değişme bu üçlüye ve bunların ilişkilerini inceleyen bilime göredir ki, bilimin de tekrarlanabilir sonuçlara bağlı olarak geliştiği ise bilinen bir durumdur.

Örneğin, rengin varlığı ve görülmesi konusunda, Seyyid Şerif Cürcânî’nin nakledişiyle, “İbn Sinâ ve filozofların birçoğu şöyle demiştir: Işık rengin kendinde varlığının şartıdır. Buna göre renk cisimde ancak ışık onda meydana geldikten sonra oluşur ve renk karanlıkta mevcut değildir. Çünkü bu durumda onun varlık şartı yoktur. (...) Çoğunluk arasında meşhur olan görüşe göre –ki İmâm Râzî’nin tercihi de budur- ışık, rengin varlığının değil, görülmesinin şartıdır. Çünkü rengin görülmesi, onun kendine ilave bir durumdur. Tahkik edilmiş ve kesin olarak bilinen şey, rengin karanlıkta görülmemesidir. Onun kendinde yokluğu ise bilinmemektedir. Buna göre karanlıkta görmemenin nedeni, görmenin şartının olmamasıdır, ne görmeyi engelleyen şeyin varlığıdır ne de rengin yokluğudur. Mağara dışındaki kimse, mağarada oturan kimseyi göremez, çünkü ışık mağarada oturanı kuşatmaz. Kuşkusuz görmenin şartı her nasıl olursa olsun ışık değil, görülen şeyi kuşatan ışıktır. Bundan dolayı (mağarada) oturan kimse, dışarıda ateşle aydınlanan kimseyi görür. (...) İbnü’l-Heysem ışığın rengin varlığının şartı olduğuna delil getirmek için şöyle demiştir: Biz renklerin ışığın zayıflığına bağlı olarak zayıfladığını görüyoruz. Buna göre her ne zaman ışık daha güçlü olursa renk de daha güçlü olmakta(...dır). Dolayısıyla bir ışık tabakası, bir renk tabakasının şartıdır” şeklindeki vb. yaklaşımlardan, bugün itibariyle –ve kesinlikle bugünkünde kalmamak üzere- şu bulgulara eriştirildiğimiz malumdur:

“Renkli görüş, retinadaki koni hücrelerinde bulunan üç tür pigment molekülüne dayanır. Işığı soğuran bu üç tür koni hücresi, uzun dalga, orta dalga ve kısa dalga koni hücreleri diye bilinir. Koni hücreleri fotonları soğurur ve birim zamanda soğurdukları foton sayısına dair bir sinyal yollar. Kısa dalga koni hücrelerinin duyarlık tepe noktası 425 nm civarında, yani mor ile mavi sınırındadır. Duyarlılık tepe noktası, bu konilerin sadece 425 nm’deki fotonları soğurduğu anlamına gelmez. (...) Kısa dalga koni hücreleri mordan maviye, hatta yeşilin bir bölümüne uzanan geniş bir dalga boyu aralığındaki ışığı soğurur. Ama ışığa duyarlılıkları, dalga boyu 425’ten uzaklaştıkça azalır. Yani 520 nm dalga boyunda monokromatik yeşil ışık kısa dalga koni hücrelerine ulaştığında, 425 nm’deki ışığa kıyasla çok daha az foton soğurulur.” (Guy Deutscher, Dilin Aynasından – Kelimeler Dünyamızı Nasıl Renklendirir?)

Eski ya da yeni olarak sahip olduğumuz bu vb. ilgili bilgilerin çeşitliğini göstermek maksadıyla verdiğim bu örneklerden, kendi konumuz esasında varabileceğimiz sonuç şu olabilir:

Bir sanatçı, “nasıl görüyorum?”a dair önceden verilmiş cevapları genel çerçevede bilmekle birlikte, buna mahsus derin incelemeyi ilim ehline bırakarak, “ben neden böyle görmeliyim?” sorusunun cevabını öne almalıdır. Çünkü renk bilgisi son tahlilde inanç ve kültür tarafından belirlenen bir dil (bir ifade) bilgisidir.

Buğday tenli, başak sarısı saçlar, mavi gözlerinde dalgalanan deniz, kırmızıyı utandıran mahcubiyet, sarararak hastalığını perdelemek, çivit mavisi, bayrak kırmızısı, can göbeği mavisi, mayıs yeşili bir sevinç, simsiyah bir acı, aklı örten grilik, bembeyaz bir saflık, pespembe bir gülüş, altın renkli umutlar, kapkaya bir tebessüm... vb. söyleyişleri renk ve dil ilişkisine mahsus hızlıca bulunmuş örnekler olarak zikrettikten sonra, asıl konumuz olan Kubettü’s-Sahra’nın tezyinatında kullanılan renklere geçebiliriz.

İç sekizgeninin tezyinatında 25 ayrı rengin kullanıldığı Sahra’da, hakim renk yeşil ve mavidir.

Yeni bir inancın, kendisine özel bir zihniyet inşa edeceği ve mevcut kültürü de buna göre dönüştüreceğini malumdur. Diğer bir söyleyişle yeni şeriatın, kendinden önceki yaşayış biçimlerine dair hemen her şeyi kendi zihniyetinin eleğinden süzmek suretiyle kendi kültürünü üretmesi kaçınılmazdır.

Bu manada İslam sanat programının ilk uygulamasında neden yeşil ile mavinin tercih edildiği cevaplanması gereken ilk sorudur.