Melâmîlere yapılan en büyük eleştiri, riya olmasın diye ifa ettikleri hâlde nâfile ibadetlerin yanında farz olanları da halktan gizlemeleri sebebiyle bazı zındıkların (ateistlerin/fırsatçıların) kendilerini gizleyerek, melâmîlerin arasına karışıp sapkınlıklar yapmalarıdır. Hakikaten Osmanlı toplumunda bu art niyetli kişiler, melâmîlik anlayışını kötüye kullanarak, sahte ve gerçek melâmîlerin ayırt edilmesini zorlaştırmıştır. Bu istismarın yol açmasında âbid ve zâhid olduğu halde halk tarafından fâsık (günahkâr) olarak bilinmesini isteyen gerçek melâmîler de bu ifrata kaçan hareketleriyle gayri ihtiyari de olsa rol almış olabilir.

Özellikle hiç de gerekli olmadığı halde bilinçli olarak Müslümanların kınamasını, öfkelenmesini ve kızgınlıklarını celbedecek aşırı davranışların sergilenmesi, toplumsal fitneye ve spekülasyonlara yol açmıştır. Bu arada sahte melâmîler de, halk ve bilhassa diğer tarikatların tepkilerini hiçe sayarak, kendi günahlarını perdelemek için, ortaya çıkmış olabilir.

Osmanlı Devleti, melâmîliği kabul etmeyen bazı müderrisler ve(ya) bazı rakip tarikat mensupları tarafından “bunlar hem halkı sapıklığa davet ediyor, hem de saltanat davası güdüyor” şeklinde yapılan şikâyetler/ihbarlar üzerine zaman zaman bütün melâmîleri aynı kefeye koyarak, onlara karşı sert davranmıştır. Bu bağlamda şeyhülislâm Kemalpaşazâde (İbn-i Kemâl) (1469-1534) fetvasıyla mülhit (sapkın/ateist) ilan edilen melâmî İsmail Ma’şukî (1508-1529) çok genç yaşta 12 müridiyle birlikte İstanbul-Atmeydanı, Çukur Çeşme'nin üstünde idam edilmiş ve denize atılmıştır. İsmail Ma’şukî’nin idam edilme sebebi, vahdet-i vücud üzerine söylediği sözlerdi.

Osmanlı Devleti, gerek vahdet-i vücud konusunu, gerekse melâmîliğin istismarına bağlı olarak ortaya çıkan fitnenin önüne geçebilmek için, daha ferasetli yollara müracaat edebilirdi. Mesela Osmanlı uleması, gerçek melâmîlerle fikrî diyaloğa geçerek, tartışmalı ve aydınlığa kavuşturulması gereken bazı konular hakkında ilmî müzakereler yapabilir, bilhassa farz ibadetlerde aleniyetin asla riya sayılamayacağını söyleyerek, melâmîlerden olası veya vukuu bulan fitnenin giderilmesine yönelik olarak kendilerinden farz olan namazları cemaatle kılmaları yönünde ikna edici bir girişimde bulunabilirdi.

Ayrıca mademki melâmîlikte nefse hoş gelen temayüllerle mücadeleyi ihlâs için şart addederek, bunlara karşı nefsini levm etmek (kınamak) gerekli görüldüğünü göre Osmanlı Devleti, cezalandırmak/idam etmek yerine özellikle şüpheli görülen melâmîleri tımarhane, miskinler tekkesi ve bimarhane gibi aklen/zihnen sorunlu hastaların bakıldığı sosyal/tıbbî hizmet kurumlarında (belirli bir süre için) istihdam zorunluluğu getirebilirdi. Bakıcının nefsine ağır gelen bu işi, layıkıyla yerine getirmeyenler ve(ya) hizmet sözleşmesinden önce bırakanların da böylece gerçek anlamda melâmî olmadığı anlaşılabilir, tarikattan uzaklaştırılabilir ve gerektiğinde makul ölçülerde bir ceza verilebilirdi.

İbn-i Arabi’nin de tespit ettiğine göre gerçek melâmîler, Allah’ın kendisine yönelttiği halk içinde de olsa halka seve seve hizmet eden ve daima ibadet hâlinde olan özel bir zümredir. Dolayısıyla öz itibariyle melâmîlik, murad-ı ilâhîye aykırı bir tutum/davranış/hareket/tarikat değildir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde bütün müdahalelere rağmen melâmîlik anlayışı, Anadolu’da Hacı Bayram-ı Veli (1352-1430) tarafından kurulan Bayramiye Tarikatı vasıtasıyla günümüze kadar korunabilmiştir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde özellikle ilim sahibi olup melâmî ekolüne sahip mutasavvıflar, tarikatlarını kamusal engel görmeksizin yaşayabilmiştir. Yoksa Fatih Sertürbedârı Tirnovalı Şeyh Ahmet Amîş Efendi (1807-1920), son Osmanlı Meclis-i Mebûsânı ikinci Başkanı şair ve siyaset adamı Abdülaziz Mecdi Tolon (1865-1941) ve on bin ciltlik bir kütüphanesini Beyazıt Devlet Kütüphanesine bağışlayan yazar, şair, müzisyen İsmail Fenni (Ertuğrul) Efendi (1855-1946) gibi iman ehli şahsiyetler, müderris ve bir melâmî şeyhi olan Seyyid Muhammed Nûru’l Arabî’nin (1813 - 1887) müritleri olmazdı.

Melâmîlik, Bugün Manevî Sosyal/Tıbbî Hizmetlerde Aranan En Önemli Özelliktir

Şöyle bir nefis muhasebesi yapalım. Bugün hangi Müslüman, nefsinin aşağılanmış olmasından dolayı bırakınız hiç öfkelenmemeye ve tepki göstermemeye katlanmak tam aksine manen neşelenebilir? Ancak bu olgun tavrın özellikle yaşlı, hasta ve engelli bakım hizmetlerinde görev almak isteyen bakıcı personelde olması gereken bir hususiyettir. Dolayısıyla melâmî meşrepli bakıcıları, sosyal ve manevî bakım hizmetlerinde değerlendirmek mümkündür.

Sosyal hizmet alanında özellikle sosyal bakımı ve rehabilitasyonu müşkül olan demanslı hastalar, ağır derecede zihinsel engelliler ve(ya) akıl hastalarının tutum ve davranışları karşısında sosyal hizmet elamanlarından yüksek motivasyon ve dayanma gücü beklenmektedir. Öfke kontrolünü nefsanî yönden korumakta zorlanan birçok bakım elemanı ve hemşire, belirli bir hizmet dönemden sonra genelde tükenmişlik sendromuna yakalanmakta ve bakıma muhtaç yaşlı, hasta ve engellilere eziyet etmeye başlamaktadır. Melâmî terbiye almış olan profesyonel bakıcılar, bu gibi ağır hizmetleri hiç rahatsızlık duymadan neşe içinde yerine getirebilme ehliyetine sahip olacaktır. Özellikle yaşlı, hasta ve engelli bakımı gibi özel alanlarda istihdam edilecek sosyal hizmet elemanlarına genelde tasavvufî özelde ise melâmî eğitimin verilmesi, bakım kalitesinin sürdürebilirliği açısından son derece önemlidir.