İslam’ın gerek ibadet gerekse bu ibadetlerin gerçekleştiği özel mekanları mukaddestir. Özellikle Harameyn olarak bilinen Mekke ve Medine, yeryüzünde biz Müslümanlar için en özel toprak parçasıdır. Allah(cc)’in haremi Mekke ve Rasulü(sas)’in haremi Medine’den sonra ise Kudüs gelir ki, haklarında ziyaret edilmeleri için emir bulunan yeryüzünde başka mescid yoktur.

Bu şehirler ve çevrelerinde mübarek, mukaddes ve haram kılınan topraklar; herhangi bir ulusun, ırkın ya da devletin mülkü, toprağı veya vatanı sayılmazlar. Bunlar tüm Müslümanların ortak değerleridir.

Mekke; Ummu’l Kura olarak, Adem’(as)’dan bu yana iman eden ve kendisine Hac farz olan her müminin ziyaretgahıdır.

Medine; hicretten sonra iman evi olarak müminleri bağrına basan, ensar toprağı olmakla ve Rasulullah(sas) tarafından harem ilan edilmekle, o günden bu yana her Müslüman için, iman yurdu ve Rasulullah(sas)’in hatırası, emaneti ve göz nurudur.

Kudüs; göklerin kapısı, peygamberler yurdu ve mübarek, mukaddes ve muazzez bir şehir olarak her müminin miracının durağı, gönüllerin vatanıdır.

Bu şehirlerin hangi şartlarda ve ne durumda olduklarından bağımsız olarak, biz Müslümanların gönüllerinde yeri hep korunmak zorundadır. Dönem dönem işgal edilen Kudüs’te olduğu gibi, Mekke ya da Medine için de kalplerimiz titrer ve mukaddes beldelerin hürmetine zarar gelmemesi, düşman eli değmemesi için can verilir, can alınır.

Tarih, buna şahittir!

Bundan çok değil sadece 100 yıl önce o beldeleri savunmak için, canlarını ve mallarını feda eden nesiller bizim ecdadımızdır. Bunun ırkla da bir ilgisi yoktur. İman eden ve iman yurdunu savunan her mümin nesil bizim ceddimizdir.

Bugün Harameyn’de hakim görünen Suud hanedanı, pek çok Müslüman için o beldelerin hürmetine gerektiği gibi özen göstermemekte ve hatta mukaddes beldeler, bir kısmımız tarafından tıpkı Kudüs gibi işgal altında görülmektedir.

Siyaseten farklı şeyler düşünebilir ve farklı yerlerde durabiliriz. Fakat söz konusu olan mukaddesatımız olunca bile maalesef aynı tavrı sergilemekte zorlanıyoruz.

Geçmişte bazı alimlerimiz, Kudüs’ün İsrail’den izin/vize alınarak ziyaret edilmesine cevaz vermeyen fetvalar yayınladıkları gibi; bazıları da Suud idaresine destek mahiyetinde olan hac ve umre ziyaretlerini terketme çağrısı yapıyorlar.

Oysa hangi açıdan bakarsak bakalım bu tavır tutarsızlıklar içeriyor.

Öncelikle, kendisi için yeryüzündeki en değerli toprak parçası işgal altındayken, gülen ve her şey yolundaymış gibi yaşamaya devam edenlerin bu iddialarını temelsiz görmek ve kendilerini ciddiyete çağırmak durumundayım.

Muhterem Müslümanlar, eğer Mekke ve Medine dahi işgal altındaysa ve biz seyrediyorsak dünyada varlığımızın ne anlamı var?

Saniyen, Rasulullah(sas) gerek Mekke devrinde orada yaşarken ve gerekse Hudeybiye sonrası yapılan Umretu’l Kaza sırasında, Kabe putlarla dolu ve idaresi tamamen müşrikler elindeyken bile, herhangi bir şekilde Mekke’yi ya da Kabe’yi boykot uygulanmamıştır. Müslümanlar umrelerini yapmış ve Medine’ye dönmüşlerdir.

Mekke, Medine ve Kudüs bizimdir. Bizden alınmış olması oraları terk etmemizi gerektirmez. Aksine zindana düşmüş bir can dostu ziyarete gider gibi, vefa ve hüzünle ziyaret etmek, kamil bir hürriyet ile İslam’ın idaresine geçmeleri için samimi olarak ellerimiz ve dillerimizle dua etmek daha makbul bir davranış olacaktır.

Ancak farz olan haccı eda edenlerimizin ve ömründe bir kere olsun ayrıca umre yapanlarımızın, buraya harcayacakları paraları daha elzem yerlere yönlendirmeleri hususunda verilen fetvalar vardır ve bunlarla amel etmek mümkündür.

Kudüs için ise; ‘gidemeyenlerin kandillerinde yakılmak üzere yağ göndermeleri’ emri bizzat Rasulullah(sas) tarafından verilmiştir. Bugün orada yağla yanan kandillerin olmaması bu emri yok etmez. Oranın aydınlanması, yaşaması, unutulmaması, kurtuluşu ve yüreklerde ızdırabının kalması için ziyaret edilmesi gerekir.

Bu beldeleri ziyaret edenlerin bildiği bir gerçek olarak; Mekke, Medine ve Kudüs ziyaretleri müminlerin hayatlarının miladıdır. Gördükten, yaşadıktan ve hissettikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.