Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün “Türkiye’de ‘yerli medya’nın geleceği konusunda çok ciddi endişelerimiz var” diye başlayan 12 Şubat 2019 tarihli yazısı şöyle devam ediyordu:

“Finansal, ekonomik güç olarak hiç olmadığı şekilde güç kazanan ancak içerik ve dil olarak hiç olmadığı kadar zayıflayan, kamuoyunu etkileme gücü her geçen gün azalan medyamızın geleceği konusunda çok acil bir şeyler yapılması gerekiyor. Ne yazık ki; bu alanda yeterince çaba harcanmadığını üzülerek görüyorum.”

Problem böyle çerçeveledikten sonra, kapımızdaki tehlikenin nedenlerini ve muhtemel akibeti de şöyle belirliyordu:

“Yeni bir ‘medya dili’ üretilmesi artık bir zorunluluktur. Konvansiyonel medya dili eskimiştir. Haberler üzerine bir medya yapılanması artık gerçekçi değildir. Analiz, yorum, dil ve içerik üretemeyen medya organlarının, medya gruplarının daha da güç kaybedeceği artık aşikârdır. Kendini dönüştüremeyen medya organları ve yapılanmalarının hızlı bir şekilde çökeceğini düşünüyorum.”

Problemin “Konvansiyonel medyadan dijitale geçiş”le açıklamayı bir kaçış olarak niteleyen Karagül’ün, medya esaslı yabancı sermayenin Türkiye’ye yönelişini de sorguladığı bu yazı, bekledim ki, hiç değilse, daha birkaç yıl öncesindeki altıyüz binlik bayi satışı bugünlerde seksen bine düşen sözümona amiral gemisinin köşe yazarlarınca mesele edinilsin. Ama yazının yayımından bugüne yaklaşık bir ay geçmesine rağmen, malum medyadan tık çıkmadı.

Ne medya dilindeki değişim ne de yabancı sermaye hareketi, benim üzerinde hüküm yürütebileceğim hususlar değil. Ancak, Karagül’ün, “köşe yazarlarının hiçbir iddiasının kalmaması, günü kurtarma dışında bir kaygı ile kendilerini zorlama ihtiyacı duymamaları, çoğunun ‘kerhen’ bir yazı yazıp günü kurtarması, iddia ve fikirden çok ‘ilişkiler’ üzerine motive olmaları hazin bir göstergedir” şeklinde temellendirdiği, “Entelektüel iddia neden yok?” sorusu ise, tek başına beni huzursuz etmeye yetti.

“Huzursuz” derken şahsi bir kaygıdan değil, bidayetinden beri dikkat çekmeye çalıştığımız medya dilindeki sığlaşmanın, yozlaşmanın, lümpenleşmenin şimdi bir Genel Yayın Yönetmeni’nce net bir tanımlamayla teyit edilişinin neden olduğu irkiltici bir durumdan söz ediyorum.

Hatırlayanlar çıkacaktır, bir muharrir kelimemiz vardı; gazetenin Batı’dakilerine göre bizdeki gecikmişliğiyle geç kalan ve Türkçe’nin maruz kaldığı resmi tecavüz nedeniyle erken kaybolan bir kelime...

Arapça hrr / harrara’dan muharrir, yazıcı, tahrir memuru demek. Çağbayır Sözlüğü’nün tam karşılığını “gazete yazarı” olarak verdiği bu kelimenin “yazıcı” olarak ilk kullanılışı Nişanyan Sözlüğü’nde 1876, “gazeteci, yazar” olarak kullanılışı ise 1900 olarak verilmiş.

Muharrir olarak hatırlara kazınan ilk isim, öykü ve romanlarıyla edebiyatın da kilometre taşlarından biri olan Refik Halid’dir.

1908’de aylıksız mütercim ve muharrir sıfatıyla çalışmaya başladığı Servet-i Fünûn’dan Tercümân-ı Hakikat’e geçen, Son Havâdis adıyla kendi gazetesini çıkaran, mizah dergisi Kalem’in Kirpi’si olan, Saday-ı Millet’te ve Cem’de baş muharrirlik eden, sürgün yıllarında da muharrirliği sürdüren Refik Halid!

Sonra yine edebiyatın içinden diğer ünlü isimler gelir: Yakup Kadri, Peyami Safa, Necip Fazıl...

Bu isimler, muharrirliğin fikrî ve siyasî çile çekmekle aynı anlama geldiğini belirtmek için yeterlidir; Türkiye’nin ve yerli düşüncenin düze çıkmasını isteyen bir avuç ismin zihin yorarak, dirsek çürüterek, sorgulanmaları, mahkumiyetleri sineye çekerek, kalemleriyle yürümelerinin adıdır muharrirlik.

Bu bağlamda muharrir’in yerini köşe yazarı’na terketmesi ise, onunla birlikte bir tür müreffeh (tuzu kuruda) yazıcılığın hakimiyet kurması ve dolayısıyla düşünmenin de geriye çekilmesi demektir. Gelinen noktada ise, tam da Karagül’ün belirttiği şekilde kaygısız, iddiasız, günü kurtaran, özel ilişkileri sayesinde medyada tutunan bir güruhun, kamuoyuna tasallutudur artık köşe yazarlığı!

M. Şükrü Hanioğlu Hocamızın muharrirliğe “veda” edişindeki şu tokat gibi teşekkürün içerdiği hakikatin ta kendisidir köşe yazarlığı: “Tahlillerin yerini 280 vuruşluk sanihâtın aldığı, ortalama nesir cümlesinin beş kelimeden oluştuğu, kişilerin ‘ne yazdığı’na değil ‘nerede yazdığı’na bakılarak değerlendirildiği bir toplumda bu nitelikte yazıları okuma ve görüşlerini iletme zahmetinde bulunan değerli okuyuculara müteşekkirim.”

Entelektüel iddiadan da vaz geçtik, kahve dedikodularını magazin söylemiyle köşelerinde işlemeyi maharet bilerek, düşünmeden muaflığı arsızlıkla, şımarıklıkla makulleştiren, sosyal medyada Trend Topic olan konuları işlemeyi uyanıklık sanan köşe yazarlığına dur denilmesi bir zorunluluktur.

Bu husus, yerli medyanın yüz yüze geldiği dahili ve harici diğer tehlikeler kadar önemlidir.

Zira, “Bu, bir Türkiye meselesidir. Ortak meselemizdir. Başımızı öne eğip düşünme zamanı gelmiştir.”