-Televiyonda ne var?

-Lâklâkiyât!

-Ne konuşuyorlar?

-Lagaluga!

-Yani?

-Lakırtı işte!

Lâklâkiyât, lagaluga ve lakırtı... televiyon yayınlarının düzeyini özetleyen gündelik üç kelime!

Gündelik, kendi sıradanlığına ve kendi iç işleyişine tabi olarak süren şey; olumsuzlanacak bir şey değil, zira hiçbir olumlamaya ihtiyaç duymayacak şekilde hepimiz “doğal olarak” onun içinde bulunuyoruz.

Örneğin, önceki akşam televizyonun önünden geçerken ilkin şu cümleyi duydum: “Üç imparatorluğun üzerinde oturuyoruz: Roma, Bizans, Osmanlı.”

İkinci geçişimde, şu laf düştü nasibime: “Tarihe takılıp kalmamalıyız, geleceğimizi kurmalıyız.”

“Osmanlı, Selçuklu’nun mirası üzerinde oturmuyor muydu” diye sormamın bir gereği olmadığı gibi, “geçmişten bağımsız bir gelecek zaman var mı” diye sormamın bir gereği yok. Zira, o kişi televiyonun gündelik ihtiyacı nedeniyle bunları söylemek zorunda, ben de aynı nedenle bunları duyarken, o esnadaki işim neyse (ki, bu sadece televiyona bakmaktan ibaret de olsa) neticede yine onu yapmak durumundayım.

Lâklâkiyât içinde lagalugalı lakırtıları söyleyenin söyleyişinde ve onu dinleyenin dinleyişinde, “bunda bir anormallik yok mu” sorusunu sormaya engel bir normalliğin hakimiyeti söz konusu kısaca; böyle oluşuyla gündelik olanın; hiç sorun olmayışı, bilakis öyle olmayışının büyük bir sorun olması cihetiyle...

Düşünelim, elektrikler kesik ve televizyon izleyemiyoruz. Olacak şey mi? İzleyeceğimiz şey lâklâkiyât içinde lagalugalı lakırtıdan ibaret de olsa biz ona talibiz; normal olan bu. Hem de bu tutumda bir anormallik ihtimal etmeyi anormalleştiren bir gerçeklikle!

Heidegger’in, lakıtıyla ilgili tefsiri de üç aşağı beş yukarı böyle:

“(S)öz, hakkında konuşulan varolanla birincil varlık ilişkisini kaybettiğinden veya zaten kazanmamış olduğundan, kendisini bildirirken bu varolanı kendisine asli biçimde maletmemekte ve laf taşıma ve arkasından konuşma yoluyla kendini aktarmaktadır. Hakkında konuşulanın kendisi daha geniş daireler çizmeye başlamakta ve hakim bir karaktere kavuşmaktadır. Bir şey, hakkında öyle dendiği için öyle olur artık. İşte lakırtı, tam da bu laf taşıma ve arkasından konuşmayla tesis olur. Bu yüzden zaten başlangıçta sağlam bir zemin üzerinde durmuyor olmaklığımız artık tümüyle zeminsizlik seviyesine düşmektedir. Bu durum, yalnızca şifahen arkasından konuşmayla sınırlı olmayıp yazılı alana da sirayet ederek kendini ‘çalakalemlik’ olarak yaygınlaştıraktadır. Buradaki arkasından konuşma, kulağa çalınanlar üzerine temelleniyor değildir. Bilakis yarım yamalak okunanlardan beslenmektedir. Okurun ortalama anlayışı, neyin asli olarak elde edilip kazanıldığının, neyin ise arkasından konuşmaya dayandığının asla ayırdına varamayacaktır. Dahası ortalama anlayış, böylesi bir ayrımı istemeyecek ve hatta bu ayrıma gerek bile duymayacaktır çünkü ortalama anlayış zaten her şeyi anlamış olmak demektir.

Lakırtının zeminsizliği, onun kamuya dahil olma yollarını tıkamaz, bilakis bunu kolaylaştırır. Lakırtı, konuları önceden kendimize maletmek zorunda kalmadan her şeyi anlama olanağıdır. Böyle bir maletme sırasında başarısızlığa uğrama tehlikesinden bizi koruyan yine lakırtıdır. Herkesin derleyip toparlayabileceği lakırtı, bizi sahici anlama görevinden muaf kıldığı gibi (vurgular benim), kayısız bir anlaşılabilirlik yaratarak hiçbir şeyin kapalı kalmamasını sağlar.” (Varlık ve Zaman, çev.: Kaan Ökten, Alfa Yayınları, İstanbul 2018)

Burada gözden kaçırılmaması gereken şey, insani planda (insan olmanın hakikatince) anormalliği aşikar olan söz konusu gerçekliğin, aynı zamanda gündelik olma vasfıyla her türlü ilgiyi kendi kapsamı içine çekerek sıradanlaştırmasıdır.

Modernizm denilen şey tamı tamına budur biraz da: Değersizin değerlileştirilmesi itibarsızlaştırmanın muteber olması; körleşmenin, çok şeyin görülmesiyle başarılması; lâklâkiyâtın hikmet sanılması; lagalugaya ciddiyet yüklenmesi; lakırtının, dedi kodunun, çalakalemliğin normalleşmesi!

Hal böyle olunca, bir artistin metresini dövmesi, gayri meşru ilişki (nikahsızlık) cihetinden değil, kadın hakları cihetinden dindar bir kişinin eleştirisine konu olmakla, bir dinsizin dindarların hayatına çeki düzen verme zorbalığı dinin daha iyi anlaşılması gayretine tebdil edilmekle, varlığından razı olunulan iki durum haline gelebiliyor.

Öte yandan, televiyonda ülkenin istiklaline dair yapılan bir oturumla, balıkların üremesi hakkında yayınlanan bir belgesel, ikisinin de neticede yayın olmaları; bir gezi porogramında verilen yöresel bir yemek tarifiyle, bir dini programda sınava girilirken edilmesi önerilen dua, ikisinin de lâklâkiyâtta müşterekliği bakımından aynılaşırken, bunlar arasındaki farka dair her muhtemel itiraz silinmiş, anormallikler de normalleştirilmiş olunuyor.

Sonuçta hepimizin üstünde sessiz bir rende gibi işliyor modernlik. Bu rendede oluşumuza, gündelikliği nedeniyle hiç takılmadığımız için, modernizme karşı olduğumuzu söylememiz bile bir problem oluşturmuyor.

Lâklâkiyât içinde lagalugalı lakırtılarla gündelik hayata uyumlulaştırılıyoruz ya, artık ne gam!