Tarihimizde öyle müdafaalar vardır ki, sonucuna bakılmaksızın bir kahramanlık destanı olarak mazide bir altın sayfa açarlar. Mesela Medine, Plevne, Akkâ ve Kanije gibi. Bu son iki müdafaa saldırganların hezimeti ile sona ermiş, her ikisinde de 80’lik ihtiyarlar, tecrübesi, cesareti ve kahramanlığı ile düşmanı dize getirmiştir. Müdafaa yapmak her şeyden önce sabır, sebat, dirayet gerektiren, mevcut imkanların en iyi şekilde kullanılmasını icab ettiren çok zor bir mücadeledir. Düşmanla ilgili istihbaratın ve onların yapacağı istihbarata karşı koymanın, sonucu belirleyecek kadar önemli olduğu, kuvvetlerin sayılarından ziyade moral gücü üstünlüğü ile başarıya ulaşmanın mümkün olabildiği farklı bir muharebe şeklidir.

Bu müdafaalar içinde müstesna bir yeri olan elbette, Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa'nın yaptığı Medine müdafaasıdır. Birinci Dünya Savaşı'nın en zor günlerinde, Peygamberimiz'in (s.a.v.) şehrini düşmana ve onlarla işbirliği içinde olan asilere karşı koruyan ve müdafaa eden Fahreddin Paşa, imkansızlık ve zorlukları avantaja döndürmüş, Medine-i Münevvere'de bir destan yazmıştır.

MEDİNE MÜDAFAASI

Yüz iki yıl önce 10 Ocak 1919, Medine müdafaasının son günüydü. İki sene yedi ay süren bu müdafaa destanı, Ravza-yı Mutahhara'da Peygamberimiz'in (s.a.v.) kabri şerifinin başında gözyaşları içinde sona ermişti. Teslim olmayı asla aklından ve kalbinden geçirmemiş bir kahraman Fahreddin Paşa, ancak silah arkadaşlarının baskınıyla mecburen Medine'den ayrılmıştı.

Fahreddin Paşa'yı bu kadar güçlü kılan, bütün zor şartlara rağmen direncini devam ettiren düşünce acaba neydi? En iyisi bunu kendi ağzından dinleyelim:

"Ey Nâs (insanlar)! Malûmunuz olsun ki, şecî ve kahraman askerlerim, bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücünün desteği, Hilâfetin gözbebeği olan Medine'yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Bu asker Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teâlâ bizimle beraberdir. Şefaatçimiz O'nun Rasûlü Peygamberimiz Efendimiz'dir."

Bu inanç, bu peygamber sevgisi ve bu manevi güç, bir avuç kahramanın akıllara durgunluk veren şanlı müdafaayı nasıl yaptığını elbette çok iyi anlatıyor.

ŞERİF HÜSEYİN VE OĞULLARI

Şimdi 1916 yılına gidelim ve Hicaz'da neler olduğunu yeniden hatırlayalım:

Sultan Abdülhamid'in uzak görüşlü siyaseti sayesinde 15 yıl Şura-yı Devlet (Danıştay) üyeliği verilerek İstanbul'da tutulan Hüseyin bin Ali, İttihat ve Terakki iktidarı tarafından Mekke'ye şerif tayin edildi. Bu zat Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla içindeki gizli emelleri gerçekleştirmek için İngilizlerle temasa geçti ve Henry Mc Mahon’la mektuplaşmaya başladı. Gönlündeki Büyük Arabistan Krallığı ve Halifelik hayalleriyle onu kolayca kandıran İngilizler, Osmanlı’ya ihanet etmesini sağladılar. Zaten bölgede yıllardır cirit atan casuslar, bu ihanetin altyapısını çoktan hazırlamışlardı.

Abdullah, Faysal, Ali ve Zeyd adlı dört oğluyla birlikte Haziran 1916'da Osmanlı'ya isyan eden Şerif Hüseyin, İngilizlerin desteğiyle Mekke'yi ve Cidde'yi ele geçirdi. Kısa zamanda Medine'yi de teslim alacaklarını zannediyorlardı. Fakat buraya tayin edilen Fahreddin Paşa onların hesaplarını bozdu.

İngilizlerin idaresindeki isyancı bedevileri geri püskürten Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, onların Medine'ye yaklaşmalarına fırsat vermedi. Bu defa İngiliz casusu Lawrence gibi akıl hocalarının telkiniyle Emir Abdullah'ın adamları, Medine'ye erzak, cephane ve asker gelmemesi için Hicaz Demiryoluna saldırmaya başladılar. 1918 yılından itibaren, artık Medine'nin İstanbul'la irtibatı kesildi. Fahreddin Paşa kendi imkanlarıyla zor şartlar altında müdafaayı devam ettirmeye çalıştı.

ÇEKİRGE ÂFETİ

Erzak azalmış, cephane tükenmiş, askerde takat kalmamış olmasına rağmen bu kahramanlar, iman gücü ve Peygamber aşkıyla İngiliz güdümündeki asilere boyun eğmediler. Bütün bu sıkıntıların üstüne bir de çekirge afeti başlamaz mı? Fahreddin Paşa Allah'ın inayetine ve Peygamberimiz'in (s.a.v.) şefaatine sığınarak bu afeti nimete çevirdi. Çünkü çekirge yenmesi helal olan bir yiyecekti. Tam da açlık ve kıtlık zamanında gelen bu nimet bolluğu ilahi bir yardımdı.

Askerler önceleri alışmakta zorlansalar da, sonradan çekirgenin gayet lezzetli bir yiyecek olduğunu anladılar. Fahreddin Paşa çeşitli şekilde pişirilen çekirgeleri bizzat askerleriyle birlikte yiyor, onları teşvik ediyordu. Sürüler halinde gelen, çuval çuval toplanan ve bol protein kaynağı olan bu yiyecek sayesinde askerlerimiz yeniden kuvvet kazandı. Ayrıca hurma çekirdekleri biriktirilerek öğütülüyor, unundan ekmek yapılıyordu.

İngilizler ve asiler, Fahreddin Paşa ile askerlerinin Medine'yi kolay kolay teslim etmeyeceğini artık anlamışlardı. Ama 30 Ekim 1918'de Mondros Antlaşması imzalanınca yapacak bir şey kalmamıştı. Fahreddin Paşa da bütün birlikler gibi silah bırakacak ve teslim olacaktı. Ama öyle olmadı. Paşa, sanki savaş durmamış ve barış olmamış gibi müdafaasına devam ediyordu. Medine'yi bırakmaya hiç niyeti yoktu.

İngilizler adeta çıldırıyordu. İstanbul'a devamlı baskı yapıyor, bir an önce Medine'nin teslim olmasını istiyorlardı. Sonunda padişah fermanıyla birlikte Adliye Nazırı (Bakanı) Medine'ye gelerek teslim emrini tebliğ etti. Paşa bu defa da "Padişahımız bu iradeyi düşmanın baskısı altında çaresiz kalarak vermiştir. Kerhen verilmiş iradenin bir hükmü yoktur" diyerek teslim olmayı yine reddetti.

Mondros'un üzerinden tam 70 gün geçmesine rağmen Medine'yi teslime yanaşmayan Fahreddin Paşa'yı, emrindeki silah arkadaşları ikna etmeye çalıştılar. İngilizlerin, askerlerimize esir muamelesi yapmayıp İstanbul'a dönmelerine müsaade edeceklerine dair söz verdiğini söyleyerek, onu teslim olmaya razı ettiler.

Fakat bu sefer de Fahreddin Paşa, Mescidi Nebevi'ye gidip oraya yerleşti ve "Ben Peygamberimize mücavir (komşu) oldum, burada kalacağım" diyerek Ravza-yı Mutahhara'dan çıkmadı. Arkadaşları çaresiz kalınca bir baskın yaparak Paşa'yı zorla Mescid'den çıkarıp İtilaf Kuvvetlerine teslim ettiler.

İngilizler ise verdikleri söze rağmen bütün subay ve askerleri Mısır'daki esir kamplarına sevkettiler. Fahreddin Paşa'yı daha sonra Malta adasına gönderdiler. Ancak Nisan 1921'de serbest kalarak yurda dönebildi.

FahreddinPaşa Medine'de bulunan mukaddes emanetleri, İngilizlerin eline geçmemesi için trenle İstanbul'a göndermişti. Ayrıca Hicaz Demiryolu çalışır durumdayken, binlerce sivilin de tahliyesini gerçekleştirmişti.

***

Bütün bu olaylara sebebiyet veren Şerif Hüseyin ve oğulları Büyük Arabistan hayaliyle avunurken, İngilizler uzun zaman yedekte tuttukları vehhabi İbni Suud'a destek vererek onu kral yaptılar. Osmanlıya karşı giriştiği isyanın sonunda Mekke'de bile kalamayarak ömrü sürgünlerde geçen Şerif Hüseyin'in oğulları da, verilen küçük krallıklardan hayır göremediler. Ürdün Kralı olan oğlu Abdullah, Filistinlilere ve Kudüs’e ihanetinin bedelini, 1951 yılında düzenlenen bir suikast sonucu Mescidi Aksa'nın merdivenlerinde canıyla ödedi.

Aradan geçen bir asrın sonunda, bugüne baktığımızda değişen aktörler dışında tarihin tekerrür ettiğini görüyoruz. İngiltere'nin yerini alan ABD, başta Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu'daki Müslüman ülkeleri yine Türkiye aleyhine kışkırtmaya çalışıyor. Müslümanların bir araya gelmemesi için her türlü fitne tohumlarını saçıyor.

PLEVNE MÜDAFAASI

Aslen Tokatlı olan Gazi Osman Paşa, Ruslarla yaptığımız 93 Harbi'nin batı cephesinde, Plevne müdafaası ile Osmanlı Tarihi'ne bir altın sayfa daha eklemişti. Rus ordusunun Tuna'yı geçmesinden sonra ortaya çıkan tehlike üzerine, Gazi Osman Paşa'ya derhal Plevne'ye hareket etmesi emri verildi. Niğbolu civarından hareketle, 7 Temmuz'da 25 bin kişilik kolordusuyla Plevne'ye gelen Gazi Osman Paşa derhal müdafaa tedbirleri aldı.

Günümüzde Bulgaristan'ın kuzeyinde yer alan Plevne, Sofya'ya 138 km, Tuna nehrine ise 30 km mesafededir. Çok önemli yolların kesişme noktası olan Plevne, 1877 yılında, ahalisi Müslümanlardan meydana gelen küçük bir kasabaydı. Rus Başkomutanı Prens Grandük Nikola, Osmanlı ordusunun Plevne'de toplanmasına fırsat vermeden, General Krüdener'e saldırı emri verdi. 8 Temmuz'daki I. Plevne muharebesinde Osmanlı kuvvetleri karşısında 3 binden fazla askerini kaybeden Ruslar geri çekildi.

Takviye alan Rus kuvvetleri 60 bin kişilik askerle 18 Temmuz sabahında yeniden hücuma kalktılar. Bu sırada Gazi Osman Paşa'nın kolordusunun 33 bin mevcudu vardı. İki gün devam eden II. Plevne muharebesinde Ruslar bozguna uğradı ve 8 binden fazla ölü verdi. Osmanlı ordusunda ise 100 civarında şehid vardı. Bu zafer üzerine Sultan Abdülhamid tarafından Gazi Osman Paşa'ya nişan ve altın kabzalı kılıç gönderildi.

Ruslar, Rumen ordusundan gelen takviye sonucunda oluşan 100 bin kişilik bir kuvvet ve 400 top ile 7 Eylül'de yeniden saldırıya geçtiler. 11 Eylül'e kadar yeri göğü inleten top atışlarından sonra yapılan III. Plevne muharebesinde daha ağır bir zayiat verdiler. Üç general, yüzlerce subay ve 15 binden fazla askerini kaybeden Rusya, son çare olarak Plevne'yi kuşatmaya karar verdi. General Totleben bu kuşatma için görevlendirildi. Plevne dışarıdan hiç bir yardım gelemeyecek şekilde tam bir muhasara altına alındı.

Üç ay içinde erzak ve cephanesi tükenen ve hiç bir yardım alamayan Gazi Osman Paşa, ya teslim olmak veya huruç hareketi yapmak şıklarından birini tercih etmek zorundaydı. Kurmay heyetiyle istişare eden Gazi Osman Paşa, 10 Aralık'ta huruç hareketi yapmaya karar verdi. İlk hücumda Rus hatlarını yarmayı başaran Osmanlı kuvvetleri, ihtiyattaki birliklerin zamanında yetişememesi yüzünden başarılı olamadı. Bu sırada bir şarapnel parçası ile atı vurulan ve dizinden yaralanan Gazi Osman Paşa, teslim olmak zorunda kaldı.

Rus Çarı, esir düşen Gazi Osman Paşa'yı, göstermiş olduğu kahramanlıktan dolayı tebrik etti ve kılıcını kendisine geri verdi. Sultan Abdülhamid'in özel olarak Rus Çarı'na elçi göndermesi sonucunda Mart ayında serbest kalarak İstanbul'a gelen Gazi Osman Paşa, 1900 yılında vefat etti ve Fatih Sultan Mehmed türbesinin yanına defnedildi.

AKKÂ MÜDAFAASI

Akkâ Kalesi, Filistin’in Akdeniz’deki giriş kapısı olduğu için pek çok defa saldırıya ve kuşatmaya maruz kalmıştı. Selahaddin Eyyubi 88 yıl süren Haçlı işgalini sona erdirip 1187’de Kudüs’ü yeniden fethedince, Papa üç kralı yeni bir sefer için ikna etmişti. Başta İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard, Fransa Kralı II. Philippe Auguste ve Alman İmparatoru Frederik ordularıyla Kudüs’e doğru yola çıkmışlardı. Tarihte eşine az rastlanan büyük bir kuvvetle Akkâ önlerine gelmişlerdi. Selahaddin Eyyubi iki sene çok zor bir müdafaadan sonra, 1191 yılında Kudüs’ü kaybetmemek için Akkâ’yı feda etmişti. Sonunda 3. Haçlı Seferi için Filistin’e gelen 600 bin Hıristiyan’ın 100 bini ölmüş, diğerleri de eli boş olarak Avrupa’ya geri dönmüşlerdi.

Bundan 6 asır sonra bir başka Avrupalı Mısır’ı ele geçirip Filistin’e saldırmıştı. Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart, bütün doğuyu istila etmek niyetiyle Akkâ önlerine gelmiş ve kaleyi kuşatmıştı. Generallerine bu kalenin birkaç gün içinde alınacağını söyleyerek, Cezzar Ahmed Paşa'dan şehri bir an önce teslim etmesini istedi. "Birkaç günlük ömrü kalmış bir ihtiyarla savaşmak istemiyorum. Kaleyi teslim edin" dedi. Cezzar Ahmed Paşa ise Napolyon'a "Kalan birkaç günlük ömrümüzü de cihad ile geçirmekte kararlıyız. Allah'a hamdolsun daha elimiz silah tutuyor" diye cevap verdi.

Bunun üzerine Napolyon 19 Mart'ta hücuma geçti. Birkaç gün içinde ele geçireceğini zannettiği Akkâ, birkaç hafta olmuş müdafaaya devam ediyordu. Çok şiddetli muharebeler yaşanıyor, surları aşarak kaleye giren Fransız askerleri ise geri püskürtülüyordu. Napolyon birkaç defa taktik değiştirmesine rağmen Akkâ'yı ele geçiremeyince, tekrar Cezzar Ahmed Paşa'ya mektup yazdı.

"Eğer kaleyi teslim edersen, kıymetli malların ve askerinle beraber istediğin yere gidebilirsin" dedi. Cezzar Ahmed Paşa verdiği cevapla Napolyon'u bir defa daha şaşırttı: "Devlet bize bu kaleyi korumak için vezirlik verdi, teslim etmek için değil. Biz şehid olmadan burayı ele geçiremezsin."

Cezzar Ahmet Paşa, iki ay boyunca Akka’yı kuşatan Napolyon’a karşı, bir müdafaa destanı yazmıştı. 20 Mayıs 1799 tarihinde Osmanlı kuvvetleri karşısında büyük zayiat vererek kuşatmayı kaldıran Napolyon “Kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı. Eğer Akka’da durdurulmasaydım, bütün doğuyu ele geçirirdim.” demişti.

KANİJE MÜDAFAASI

Macaristan'ın batısında bulunan Kanije, 1600 yılından itibaren 90 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalmıştı. Çok müstahkem bir kale olan Kanije, 10 bin asker barınabilecek şekilde inşa edilmişti. Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından kuşatılan kale, 20 Ekim 1600 tarihinde teslim alınmıştı. Daha sonra çevresindeki yerleşimler de kendisine bağlanan Kanije Beylerbeyliğine Tiryaki Hasan Paşa getirildi. Sultan III. Murad'ın şehzadeliği sırasında Manisa'da bulunan ve tahta çıkışında onunla beraber İstanbul'a gelen Tiryaki Hasan Paşa, çok önemli görevlerde bulunmuş tecrübeli bir komutandı.

Kanije'nin elinden çıkmasını hazmedemeyen Avusturya, ertesi yıl Arşidük Ferdinand komutasında 50 bin kişilik bir orduyu bölgeye gönderdi. 10 Eylül'de Kanije'yi kuşatan Ferdinand'ın ordusu tam bir Haçlı ittifakıydı. Avusturya ve Almanya'nın yanı sıra, İtalya, İspanya, Fransız ve Macar askerleri de bu orduda yer alıyordu.

Tiryaki Hasan Paşa 9 bin kişilik ordusuyla bu kalabalık düşmana karşı akıllıca bir müdafaa yaptı. Cephanesini boşa harcamadığı gibi, düşmana kalede erzak ve mühimmatın çok bol olduğu izlenimini verdi. İstihbarat ve İstihbarata karşı koyma taktiklerini başarıyla uygulayan Tiryaki Hasan Paşa, 70 gün süren bu kuşatma sonunda az bir kuvvetle kaleden çıkış yaparak Avusturya karargahına hücum etti. 17 Kasım'da bozguna uğrayan düşman birlikleri, bütün ağırlıklarını bırakarak geri çekildi. Ferdinand'ın tahtı ve kıymetli eşyaları dahil büyük bir ganimet elde edildi.

Sultan III. Mehmed, bu zaferi öğrenince Tiryaki Hasan Paşa'ya vezirlik rütbesi ve üç kıymetli hil'at verdi. Padişah fermanında ona “Sen ki Kanije beylerbeyi ihtiyar kulum ve müdebbir vezirim Hasan Paşa’sın” diye hitap edilerek kazandığı zafer ve yaptığı müdafaa tebrik edildi.