Değerli okuyucularım;

Günümüzün en önemli meselesi, Kur’ân-ı anlamaktır. Zamanın hükmü açısından bu mana zorlaşmış, zamanın şartları ile şartlanmış insanların Kur’ân’ın hakikatini idrak edebilme hususiyetleri zayıflamıştır. Bu konuda neşredilen kitaplara kısaca göz atıldığında mesele anlaşılır hale gelir ki, çoğu akademik olan bu kitapların belli bir mertebeyle sınırlı okumalar olduğu aşikârdır.

Modernliğin içinden yatay bir seviyeden yapılan çalışmalar, zamanın hükmüne tâbi olan bazı bilim insanları için belki uygun olabilir, lakin ehl-i iman âlimler için, bu mana bizatihi bir meseledir. İslâm bilimleri, bir dünya anlayışıdır ki bu anlayış Kur’ân-ı Hakim’in hakikati üzerine inşa edilir.

Söz konusu insan ve özellikle kalp yani insanın gönül dünyası olunca Allah’ın son kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’e müracaat etmeden insan denen varlık hakkında hakikî manada bir sonuca varmak mümkün değildir. Ne var ki materyalist bilim insanları, vahye dayanan bilgileri “bilimsel” bulmadıkları için, Kur’ân’ın insana dair sunduğu bilgileri esas almaz. Almadıkları için de insanlığa huzur verici sosyal teoriler geliştiremezler.

Halbuki iman ehli için Kur’ân, her yönüyle yani sağlıklı düşünme ve doğru bilgileri yerinde değerlendirme için de bir şifadır (İsra: 82). Peygamberimizin (sav) sözleri de bizler için şifadır, çünkü o, tabibu’l ervah’tır yani “ruhların tabibi”dir. Onun için ilme ve hikmete meraklı olan herkes, bir Kur’ân seferine çıkmalıdır. Bu seferde Kur’ân’ın bazı menzillerinde bazı önemli bilgiler ve belli manalar ona açılır. Bir tür sefer notları olan, Abese suresi âyetlerinde (13-16) ‘esferen/sefere’ tabiriyle zikredilen bu mana, yine Kur’ân’ın tabiriyle belli bir meşrep ve mizacın hâsılıdır ve herkes Kur’ân’dan kendi ölçüsünce ilim alır.

“O, mukaddes sayfalardadır; Yüce makamlara kaldırılmış, tertemiz sayfalarda. Seçkin ve erdemli elçilerin ellerinde.” (Abese: 13-16).

Kur’ân, “mukaddes sayfalar” ihtiva eden yani bütün bilimleri içine alan özet halinde bir kitaptır. Kur’ân, batınî ve zahirî ilim ve hikmet temelli ilâhî bir kelâm olduğu için, Allah katında şanı yüce ve değerlidir. “Seçkin ve erdemli elçiler” diye tercüme edilen sefere (tekili: sefîr) kelimesini müfessirler, “yüce Allah’tan Hz. Peygamber’e vahiy getiren melekler, kulların amellerini yazan melekler (kirâmen kâtibîn), kitapları okuyanlar (kurrâ), Kur’ân’ı yazan sahâbîler” veya “Kur’ân ilmini inceleyen/yaşayan Müslüman âlimler” gibi farklı anlamlarda yorumlamışlardır

Diğer yandan Kur’ân-ı Hakim, bir çok mertebeden ve bir çok vecihten okunabilen bir kitaptır ki, bu manada ‘tefsir’ ve ‘te’vil’den söz edilmektedir. Hem tefsir, hem de te’vil, ciddi bir ilmi gerektirir ki, bu manada da birçok eser mevcuttur. Kur’ân-ı Hakim’de âyetlerin tafsil edildiği sıklıkla zikredilir ki, hikmet gereği önce mananın icmalen (özet halinde mealen), nihayetinde de tafsilen (geniş yorumlu) açıklanması esas usuldür.

Başka ifadeyle El-Hakim ve El-Mufassıl ilahi isimlerine mazhar olmadan ne bir tefsir, ne de bir te’vil yazılamaz. Hal böyle olduğu için de tefsir ve te’vil âlimleri kendi mertebeleri hükmünce eserler kaleme almıştır. Bu manada olmak üzere Kur’ân ve insan/kalp bağlamında kaleme aldığımız düşünceler, ne bir tefsir, ne de bir te’vil hükmündedir. Sadece Kur’ân-ı Hakim’de yer alan “Şüphesiz bunda ‘mütevessim’ler (iz sürücü) için ibretler vardır.” (Hicr: 75) âyetinde yer alan manayı idrak gayretinin bir karşılığı, mananın tafsilden ziyade tabiridir. Kur’ân bilgileri, ibret alacak olanlar için ve bu bağlamda özellikle bilim insanları için, önemli dersler vardır.

Müslüman bilim insanı, Kur’ân bilgilerinden istifade etmek istiyorsa, dua mahiyetinde yine Kur’ân’ın tavsiye ettiği şöyle bir manevî yaklaşım sergilemelidir:

“…Tevfikim (muvaffak olmam) ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim (manen dayandım) ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hud: 88).

İnsanın ruhu, fıtraten varoluşsal manada hakikati, hikmeti ve Allah’ı bilmeye meyillidir. Eğer iyi niyetli olarak ilmî sefere çıkarsa kalbinde itibari olarak Kur'ân'ın bilgilerin ilham olarak tezahür etmeye başlar. Daha sonra ise muhataplarına göre ilmî/kalbî derinliği artar. Ancak kalbî derinlikteki batınî bilgiler, ilim yoluyla elde edilen zahirî bilgiler gibi değildir. Bazı mutasavvıflar bu doğrultuda şöyle bir açıklama yapma gereği duyar: “Kalpte görmenin payına düşen şey, duymanın payına düşen şey gibi değildir. Biz ancak Herkesin Kur’ân-ı Kerim’de bir suresi ve o sure içinde de kaderini belirleyen bir âyeti vardır ki, ‘kadem’ bu bağlamdadır. Başka bir ifadeyle herkes, Kur’ân seferine önce kendi suresini idrak ederek başlar ve sefer süresinde kendisine açılan manalar onun ‘furkan’ı (derin kalbî birikimi) olur.

Bu manada olmak üzere her devrin âlimi, Kur’ân-ı Hakim’i anlamak üzere kendi seferini yapmıştır/yapmalıdır. Sefer ve yazmak (esferen) aynı kökten gelir ki, Kur’ân seferi sonuçta sefer yazısına intikal eder. Bu mananın ne bir ‘tefsir’ ne de bir ‘te’vil’ olmadığı, sadece sefer sahibinin istidadı ve mertebesiyle sınırlı bir okuma olduğu başta kabul edilmek durumundadır. Bu seferde özellikle Kur’ân-ı Kerim’de yer alan insan ve kalp (furkan) gibi kavramların mahiyeti önem arz etmektedir. Haliyle kısa ve sınırlı da olsa gelecek yazılarımızda mütevazi bir fihrist şeklinde ‘anlamak’ ve ‘ibret almak’ üzere bu kavramlarla ilgili olarak mertebeli bir okuma gayretinde olacağız. Yeniden buluşmak dileği ile…

Not: Bu yazıya uygun bir resim bu olsa gerek. Bilimde meta-Fizik ötesini (maneviyatı) görebilmek veya görememek.