Kur’ân-ı Kerim, en son gönderilmiş ilahî bir kitaptır. Bizler, Kur’ân-ı anladığımız kadarıyla Müslümanız. Kur’ân-ı ne kadar iyi anlarsak, ondan ne kadar ibret alabilirsek, o kadar iyi bir Müslümanız ve o kadar İslâm’a yakınızdır. İslâmî hayattan uzak kalmış isek, sosyal, iktisadî ve kamusal düzenimiz İslâmî olmaktan uzak ise, mutlaka Kur’ân-ı anlamaktaki eksikliğimizdendir. Kur’ân-ı anlamış olsaydık, kâinatın da bir kitap olduğunu idrak ederdik. Nitekim ilgili âyet buna işaret etmektedir:

“Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında (Kitâbı'nda/Levh-i Mahfûz'da) Allah katında ayların sayısı on ikidir.” (Tevbe: 36).

Bu manada var olan her şey, ilâhî bir yazıdır. Aklınıza gelebilecek tüm varlıklar, yaratılan âyetlerdir. Bunu biz Kur’ân’dan yani indirilen âyetlerden öğrenebiliyoruz. Kur’an-ı Kerim’de yazının bağlamı, “yazı yazmaya uygun yassı ve düzgün yüzey” anlamındaki ‘levha’ ile ilgilidir (A’raf: 150; Buruc: 22). Diğer taraftan yazı, farklı kökten gelen kelimelerle de ifade edilmektedir. İlki ‘nushatiha’ (istinsah, nüsha), ikincisi ise ‘ketebe’ ile ilgilidir.

“Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini O’nun (Musa) için levhalarda (l-elvâhi) yazdık (ketebna).” (A’raf: 145).

“Musa’nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda (nusḣatiha) Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (haberi) vardı.” (A’raf: 154).

Bu bağlamda kitap, “yazılı olan-lar” demektir. Levhalar da, sayfalardan/nüshalardan oluşan kitap olsa gerek. Mesela Hz. Musa’nın yerden aldığı nüshalardan birinde "Rablerinden korkanlar için, bir hidayet ve bir rahmet vardır" yazılıydı. Kitap, “yazı” ile ilgili olduğu kadar “kalem” ile de yakından ilgilidir. Nitekim Kalem sûresinde ‘kalem ve yazı’ birlikte anılmaktadır.

“Nun; Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına (setere) andolsun ki…” (Kalem: 1).

Allah, kalem ve başta Kur’ân olmak üzere onunla yazılanlara yemin ederek başladığına göre, kalem ve yazının önemi büyüktür. Bu bağlamda yazı (setere), satır ile ifade edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “yazılı olan-lar” anlamında ‘sahife-ler’ hem yazının mahallini, hem de “okumak” manasını karşılamaktadır. İlgili âyet, buna delil olarak gösterilebilir:

“Allah tarafından gönderilen, temiz sahifeleri (suhufen) okuyan bir peygamberdir.” (Beyyine, 2)

İşte Hz. Muhammed (sav), Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu kadar bütün insanlığa hakikati tebliğ etmek maksadıyla şirkten arındırılmış, temiz kılınmış sahifeleri yani Kur'ân'dan âyetler okumuştur. İlginçtir, ‘Sa-ha-fa’, aynı zamanda “yazmak” anlamına da gelmektedir. ‘Sahife’, bu kökten ‘yayılmış, açılmış, kâğıt’ anlamındadır. İki kapak arasında bulunan yazılara da ‘mushaf’ denilmektedir. Bu manada ‘suhuf’, ‘yazılı olanlar’dır. Kur’ân-ı Kerim, bu manada ‘suhuf’tan ve levhadan söz etmektedir.

Bu doğrultuda okumak, yazıyı veya yazılanları idrak etmenin bir hâsılıdır da diyebiliriz. Kur’ân-ı Kerim’de “okumak”; ‘ikra’ ve ‘tilavet’ olarak iki ayrı kelime ile ifade edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim de zaten “ikra” kökünden gelir ki, “yaratılmış her şeyi” ifade etmektedir. Bu manada okumak; akletmek, tefekkür etmek, tezekkür etmek, tedebbür etmek (düşünmek) gibi usullerle ilgilidir. Okumak; anlamak ve idrak etmek manasında bir akıl mertebesine karşılık gelen ‘ulu’n-nuha’, ‘ulu’l-ebsar’, ‘ulu’l-elbâb’ gibi mertebelere işaret etmektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerim’in tarif ettiği bu akıl sahiplerinin ortak özelliği, diğer rasyonalist/pozitivist/materyalist akıl sahiplerinden farklı olarak, vahiy anlayışı doğrultusunda okuyabilmenin ve anlayabilmenin sırrı olarak kalben akletmeleridir. Kalben akleden ‘ulu’n-nuha’, ‘ulu’l-ebsar’ ve ‘ulu’l-elbâb’ nitelikteki müminler, aynı zamanda basiret sahibi kişilerdir. Bu hakikati biz yine Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz:

 “Nuha (akıl) sahipleri için âyetler (ibretler) vardır.” (Taha: 54).

“Elbette bunda, ulu’l-ebsar (basiret/anlayış sahipleri, görecek gözleri olan herkes) için büyük bir ders vardır.” (Al’i-İmran: 13).

Kur’ân-ı Kerim’de 16 âyette geçen “ulu’l-elbâb” ise kalbî olarak en üst mertebeye ulaşmış akıl sahipleridir. Kutsal nurla aydınlanmış akla sahip olan bu müminlerin olaylara bakışı, hadiseleri okuması ve Kur’ân’ı tilavet etmeleri, aklî olduğu kadar kalbîdir de. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan müteşabih âyetlerle ilgili ‘te’vil’, bu mertebede olan akıl sahiplerine hastır. Tilavet manasında Kur’ân-ı Kerim’i okumanın bağlamı, kalbin batınını ifade eden “fuad” ile ilgilidir. Kalbî okumanın ve idrak etmenin en üst mertebesi olan “fuad”; peygamberler için vahyin mahallidir. İşte ilgili âyet.

“Biz Kur’ân’la senin fuadını (kalbini) pekiştirmek için onu parça parça (âyet âyet) indirdik ve (belli bir düzen üzere) onu ağır ağır okuduk.” (Furkan: 32).

Peki, “Fuad” sadece Peygamberimize mahsus tarihsel bir kavram mıdır yoksa bugün de geçerliliğini halen korumakta mıdır? Kanaatimce bugünün akıl sahibi müminler için “Fuad”, ilhamın kaynağı olsa gerek.

Kur’an-ı Kerim’de ‘kalp’ en çok zikredilen mefhumların başında yer almaktadır. Genel olarak ‘akıl’ ve ‘kalp’ ayrı ayrı zikredilmesine rağmen akıl ve kalp aslında bir bütündür. Çünkü ‘anlamak-idrak etmek’ akıldan ziyade kalp ile mümkündür daha doğrusu akleden kalp ile bir mümin, ancak basiret sahibi olabilmektedir.

Akıl ve kalp, temelde aynı bağlamı paylaşsalar da mertebe açısından farklılaşmaktadır. Kalbin akılla kesişen yönleri; zahir ve batın olarak iki ayrı vecihten idrak edilmesini imkânlı hale getirir ki, Kur’ân-ı Kerim’de ‘kalp’ ve ‘fuad’ın ayrı ayrı zikredilmesi, bu mananın karşılığıdır. Kalbin zahiri ile akıl hemhal iken, batını yani “fuad”, manevî tecelligahtır. Zahiri bağlamda Kur’ân-ı Kerim’de akla dair bağlamı ve belli mertebeleri ifade eden kelimelerin kalbe dair bağlamda kullanılması, bu manayı idrak edebilmemizi sağlamaktadır.

“Onlar Kur’an-ı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilit mi var?” (Muhammed: 24)

Tedebbür, zamansal bağlamda ileriye dönük akletmektir ki zıddı ‘tezekkür’dür. Bu mananın âyette kalp ile zikredilmesi, akıl ve kalp kavramlarının anlaşılmasında önemli bir bağlamdır. Rasyonel akıldan farklı olarak bizatihi kalbe dair kelimeler, akıl ve kalbin farklılığını idrak edebilmemizi kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla kalplerinin üzerinde kilit/mühür/engel olan rasyonalist/materyalist akıl sahiplerinin Kur’ân ilmini idrak etmeleri, tedebbür etmeleri ve hakikati görmeleri mümkün değildir (Muhammed: 24; A’raf: 100; Bakara: 12; En’am: 46; Kehf: 57).

Kalben akleden âlimlerin kalpleri ise “fuad” özelliği ile mertebelendikçe, zahir ve batın bilgiler, bir bütün hâlinde birleşmeye başlar. Bunun için, takva ve tevekkülün yanında uzun soluklu bir zikir süreci de şarttır. Bu süreçte zikir, önce kalbin zahirine sonra batınına iner ve böylece kalp gözü açılır. Zikrin “fuad” kıvamına ulaşması ile feyz/ilham alan kalp, manevî ilimler de almaya başlar. İlmî keşif, bu mertebeden itibaren başlar. İşte Kur’ân’ın öngördüğü en ideal akıl sahipleri, keşfî kalbe yani “fuad”a sahip olan müminlerdir. Peki, memleketimizde kalbî mertebesi “fuad” seviyesine yükselmiş zahirî ve batınî bilimlere vakıf kaç bilim insanımız var?