Kültür, maddi bir şey değildir, ilk anlamındaki tarla bağına göre, üretilen bir şey olması bakımından, sonuçları itibariyle maddidir. Bu maddiliğin, kültür kavramıyla ifadesi ise, 19. Yüzyılda Batı’da ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır.

Fernand Braudel, Tarih Üzerine Yazılar’ında (Çev.: Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu Batı Yayınları, İstanbul 2016), kültür kelimesinin Almanya’da doğup, Fransa’ya geçtikten sonra tekrar Almaya’ya dönüşünde ilk anlamında meydana gelen değişmeyi “Kelimeler balyalar gibi mübadele edilmektedir ama balya geri döndüğünde asla yola çıktığı zamanki gibi olmamaktadır.” şeklinde izah ederek kelimenin yüklendiği yeni anlamı şu cümlelerle vermektedir:

“...Kültür, Almaya’dan –beğeni uyandıran ve beğenilen bir Almanya’ya, 19. yüzyılın ilk yarısının Almanya’sı- yola çıkarak, Fransa’ya yeni bir prestij ve anlam kazanmış olarak geri gelmiştir. Bu arada mütevazı bir yardımcı halinde kalmış olan kelime, tüm Batı düşüncesi içinde egemen kelime olmakta veya olmayı denemektedir. Alman dili Hender’den itibaren kültür kelimesiyle, ısrarla her tür toplumsal bağlamından sıyrıldığı, entelektüel ve bilimsel bir ilerlemeyi anlamaktadır; uygarlık kelimesinden ise tercihen insanların hayatının yalnızca maddi yanını anlamaktadır.”

Buna göre Batı’nın kendi yeni toplumsal ve siyasal hayatının bir zorunluluğu olarak ürettiği Kültür ve civilisation kelimelerinin, Müslüman zihninde bir karşılığı olmadığı gibi, bu kelimelerin Batı’da anlam farkları, rekabetleri, vaadettiği yeni düşünsel imkanlar bakımından problemlere gebe olmasının da henüz hiçbir karşılığı yoktur.

Bunun nedeni, din ve ondan türeyen medeniyet kelimesinin, bugün kültür kelimesine yüklediğimiz hayat biçimi şeklindeki anlamı birlikte ifade etmeleridir. Bu manada, Nakib el-Attas’ın kelimeleriyle, bir Müslüman için “...Hem din kavramıyla ondan türeyen medine kavramı arasındaki yakın ve son derece anlamlı bağlantıyı hem de müminlerin ferd olarak dinle, toplu olarak da medineyle alakalı rollerini fark etmek önemlidir. Daha önce Yesrip olarak bilinen şehrin isminin Medinetü’n-Nebi’ye dönüştürülmesi, bu duruma ilişkin hatırı sayılır ölçüde anlam taşır. Bu, Hz. Peygamber’in (s.a.s) tarihi hicretini gerçekleştirip oraya yerleşmesinin hemen ardından olmuştu. İlk mümin topluluk o dönemde orada oluştur. Bu hicret, insanlık tarihinde yeni bir çağın işaretiydi. İnsanlık için hakiki din orada hayata geçirildiğinden, bu yere Medine dendiğini görmeliyiz. Orada müminler Medine’nin deyyanı olan Hz. Peygamber’in otoritesi ve hükmüne boyun eğerek kendi kulluklarını gerçekleştirdiler. Orada Allah’a olan borcun tahakkuku kendi biçimini aldı ve bu borcun ödenmesinin makbul tarzı ve yöntemi belirmeye başladı. Peygamber Şehri, hakiki dinin otoritesi ve hükmü altında hayata geçirildiği yere işaret etmekteydi. Ayrıca, Medine’nin ümmet için, İslam’ın toplumsal-siyasal düzeninin ideal örneği; birey olarak mümin için ise analoji yoluyla müminin bedeninin ve fiziki varlığının sembolü haline geldiğini görebiliriz, ki nâtık nefs, Hz. Peygamber örneğinde olduğu gibi, otoritesini ve adil yönetimini müminin bedeni ve fiziki varlığında icra eder.” (İslam Metafiziğine Prolegomena, çev.: İlker Kömbe, Küre Yayınları, İstanbul 2016)

Tekrarlayacak olursak, zikrettiğimiz entelektüel, siyasal ve toplumsal planlarda Batı’nın kendi içinde entelektüel gereklilikle kendisine problem edindiği kültür, başlangıçta Müslüman zihinlerin çok uzağındaydı.

Ne zaman ki, Batı’nın bilim, teknik ve teknolojide her geçen gün terakki etmesine karşılık, özelde Osmanlı’da genelde İslam dünyasında onunkine göre meydana gelen gerilemenin bir hayat-memat meselesine dönüşmesiyle birlikte kültür bizim için de önemli bir tartışma konusu oldu.

Bir farkla ki, Batı’da kendi zikredilen koşullarında tartışılan kültür, bize de Batı kültürüne karşı konumlanma arayışları, diğer bir söyleyişle Batılılaşma adı altında Batıya tabi olma veya oranın bilim, teknik ve teknolojisini alma ya da Batı’yı top yekun olarak reddetme hali olarak taşındı.

Buradan itibaren kültür, Ziya Gökalp’in ünlü Türkleşmek – İslâmlaşmak – Muasırlaşmak sentezinde, hars kelimesiyle karşılanan kültür, özelde Osmanlı’nın genelde İslam medeniyetinin tefessühüne engel olmak için Batı ile kurulacak ilişkilerin öznesi haline geldi. Buna karşılık söz konusu ilişkilerin asıl muhatabı ve dolayısıyla öznesi olması gereken Müslümanlar, pozisyon itibariyle kendiliğinden nesne durumuna düşürülünce, kültür meselesi asıl yüzüyle belirginleşti: Kültür savaşı!