Türkiye Fotoğraf Vakfı, yeni yılın ilk sergisini 23 Şubat’ta, İzzet Keribar fotoğraflarıyla açtı. Vakıf binasında 22 Mart’a kadar seyre açık olacak sergiye, Keribar’ın Suriye, Ürdün, Filistin, Azerbaycan, İran, BAE, Pakistan, Maldivler, Hindistan, Sri Lanka, Nepal, Güney Kore, Çin, Myanmar, Kamboçya, Bhutan, Özbekistan, Tayland, Malezya, Endonezya, Vietnam, Japonya ve Yeni Zelanda’dan ikişer üçer karelik fotoğraflarından oluştuğu için, Doğu’dan Gelen Işık adı verilmiş.

Küratör Murat Gür, sergi kataloğunda, Asya’nın kadim kültürlerini fotoğrafın renk diliyle sunmayı amaçladıklarını belirtirken, Vakıf Başkanı Murat Aydın da, Cumhurbaşkanlığı 2018 Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü alan Keribar’ın fotoğraf anlayışındaki farka dikkat çekmiş.

Gerçekten de Keribar’ın bu sergideki fotoğraflarında, kültürlerin çok renkliliğine yapılan vurgunun ötesinde, dokunsal bakış olarak formüle edebileceğimiz özgün bir boyutu keşfedebiliyoruz.

Nedir, dokunsal bakış?

Rahimdeki varlığımız, annemizin varlığına bağlıdır; ne zaman ki doğarız, ancak o zaman müstakil bir varlık hakkını kazanmış oluruz.

Ancak duyularımızın işlevini kazanması ve dolayısıyla varlığımızın bilincine varmamız belli bir zamanı gerektir.

Örneğin üç aylıkken yüzleri, altı aylıkken cisimleri ayırıcı bir bakışa sahip olsak da, görmemiz asıl iki yaş civarında olgunlaşmaya başlayarak, dört yaş civarında tam netliğini kazanır.

Bu durum farklı sürelerle dil ve kulak (anlamlı duyma) için de geçerlidir. Sadece birinci derecede dokunma, ikinci derecede koklama duyumuz, doğduğumuz ilk andan itibaren tam işleve sahiptir.

Özellikle dokunma duyusu ilkliği ve yetkinliğiyle diğer duyuları kendisinin kipleri haline getirir. Nitekim bundan dolayı koklamaya, görmeye, duymaya, tatmaya, dokunmadan kimi nitelikleri taşıyabildiğimiz gibi, dokunmanın doğrudanlığını, diğerleriyle dokunmanın ise “e yoluyla” gerçekleştiğini yine o sayede fark ederiz. Zira, dokunmak şeylerle aramızdaki mesafeyi yok ederken, diğer duyular “yoluyla dokunmak”la, pasif algıdaki mesafeyi aktif algıya çevirerek görünürlüğe çıkarmış oluruz.

Dokunsal bakış dediğimiz şeyin mahiyeti ve işlevi de burada belirginleşir. Elbette (retinal) bakış yoluyla, bir şeye elimizle dokunduğumuz gibi dokunmayız, ancak dokunmanın dokunsallığı sayesinde, sadece bakışa mahsus bir dokunuşla dokunmayı gerçekleştiririz.

Bergsonal söyleyişle, tıpkı ışığın eter adlı akışkanın moleküllerindeki hareketten ve sesin havadaki titreşimden doğdu gibi, dokunsallık da, kendini merkeze yerleştirerek diğer duyusal deneyimlerimizi kipleri haline getiren dokunmanın kendi potansiyelinden doğar. Ki bu aynı zamanda, Merlau-Ponty’nin söyleyişiyle bir tür “şuur potansiyelitesidir”dir.

İşte, dokunsallıkla ifade ettiğimiz bu potansiyelitedir ki, Batı kültürünün görmeye mahsus fetişlerinin tipik örneklerinden biri olan fotoğraf makinesini ve dolayısıyla fotoğrafçılığı, söz konusu temsilinden kopartılmış bir araca dönüştürme gücüne de sahiptir.

Kuşkusuz bu dönüştürme, Batıcı gözmerkezciliğin reddedilmesiyle ve dolayısıyla gözün / görmenin / bakışının hakikatinin, diğer duyuların hakikatinin fevkinde değil, beraberinde ve onunla eşitlenmiş konumlandırılmasıyla mümkün olabilecektir.

“Gözmerkezciliği kendi silahıyla vurmak” olarak da değerlendirebileceğimiz bu tutumun öncüleri ise elbette fotoğraf sanatçıları olacaktır, ki, İzzet Keribar’ın fotoğraflarını emsallerininkinden farklı ve değerli kılan da bizce budur.

Bu noktada şu itiraz ileri sürülebilir: Teknolojisinden ve üretiminden yoksun olduğumuz bir aletle, onun sahibine aid görme zihniyetine karşı çıkmamız şiirsel bir iptiladan öteye gitmeyecektir.

Ancak unutmayalım, İbnü’l-Heysem’in şahsında cameraobscura’yı, geçmişte biz keşfettik ve ondan hareketle bakışı kendi inancımıza (İslam’a) göre ilk biz ehlileştirdik. O halde yaptığımız, yukarıda zikrettiğimiz hususta yapabileceğimizin delilidir.

İzzet Keribar’ın sergisinde yer alan dokunsal bakışa sahip fotoğraflar, bu manada bizim için bir iz oluşturabilir. Zira, onlardaki bakış, serginin adıyla da mütenasip olarak Doğu’ya bir Doğulu’nun bakışıdır. Bunu söylerken, medeniyet çatışması içinde şartlandırılmış bir yargıyı hedeflemediğimizi, bilakis lisanlardaki farklılık gibi bakışlardaki farklılığın da kalıtsal ve kültürel oluşunu gözettiğimizi belirtelim.

Fotoğraflarına burada yer veremediğimiz için, İzzet Keribar’ın dokunsal bakışını fotoğrafları üzerinden anlatmamız da mümkün olmamaktadır. Ancak, sergiyi seyre imkanı olanların İzzet Keribar’ın dokunsal bakışını dikkate alarak, söz konusu fotoğraflara bakışla dokunabilmeleri konusunda bir erken uyarıda bulunmağa çalıştık.

Kaldı ki, Nietzsche’nin “Dansçının kulağı ayak parmaklarındadır” sözünü en iyi idrak edenler dansçılar olacağından, dokunsal bakışla dokunmayı en iyi idrak edenler de ilgili fotoğraflar önünde dokunsal bakışı bizzat tecrübe edenler olacaktır.