Değerli okuyucularım;

İslâm tarihinde şiddeti/terörü tasvip eden bâtıl mezhep ve(ya) sapkın tarikatların ortaya çıkması, Hurufilik ile başlamış değildir. Ne yazık ki sahabilerin henüz hayatta iken bile ümmet/devlet içinde sosyal/kamusal düzenin bozulmasına ve terör olaylarının ortaya çıkmasına sebep olan siyasî ihtilaflar ortaya çıkmıştır. İslâm tarihinde devlet düzeyinde ilk ciddî siyasî ihtilaf, hilafet konusunda anlaşamayan/uzlaşamayan liderlik vasfı taşıyan iki meşhur sahabi yani Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasında ortaya çıkmıştır.

Başlangıçta Hz. Ali’ye destek veren Benî Temîm Kabilesi’ne mensup çoğu cahil Müslümanlar, Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki ihtilafın çözümüne dönük olarak karşılıklı olarak belirlenen hakem heyetinin tespit edilmesine ve burada alınan kararlara ‘Hüküm, Yalnız Allah’a Aittir’ bahanesiyle karşı çakarak, sadece Hz. Muaviye’ye değil Hz. Ali’ye de muhalif olmuştur. Hz. Ali’den ayrılan bu kabileye ve onun yolundan gidenlere bundan böyle Haricîler diye anılır olmuştur.

Hz. Ali, Hz. Muaviye ile arasındaki ihtilafı çözme gayreti bir yana bu merhaleden sonra daha çok Haricîlerle uğraşmak mecburiyetinde kalmıştır. Gerek temsilcisi Hz. Abdullah bin Abbas’ın, gerekse kendisinin Haricîlerle diyaloga geçip ikna etme çabaları, netice itibariyle etkili olmadığı için, onlarla birkaç kez fiilen savaşmak mecburiyetinde kalmıştır. Binlerce Haricî savaşçı/terörist, kılıçtan geçirilmiş olduğu halde, hayatta kalan Haricîler, kavmiyetçilik cehaletiyle yine bir araya gelip yeni sempatizanlar toplayarak, bu sefer bir gizli terör örgütü gibi faaliyet göstermeye başlamıştır.

Haricîler, asr-ı saadetteki hemen bütün uygulamaları da eleştirmeye başlamış ve daha da ileri giderek, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi sözde günah işlediklerini iddia ederek, tekfir etmişler ve hatta bunu onaylamayanları da kâfir ilan etmişlerdir. Sapkın görüşlerine göre günah işlemek, küfür idi ve küfre girenlerin yanında kâfirleri sevenler de öldürülmeli idi. Bu bağlamda Hz. Ali ve Hz. Osman’ı sevdiklerini söyleyen sahabi Hz. Abdullah b. Habbab ve hamile hanımı, acımasızca Haricîler tarafından şehit edilmiştir. Biri başarılı, diğeri de başarısız olan Hz. Ali ve Hz. Muaviye’ye yönelik plânlanan suikast girişimlerinin uygulayıcıları da yine Haricîler idi. Bilindiği üzere Hz. Ali, Haricîlere mensup Mülcem isminde ‘Müslüman’ bir terörist tarafından şehit edilmişti.

Emevî Halifeler, Haricilikle Mücadelede ‘Devlet Terörü’ Uyguladı

Haricîlerle mücadele etmek, bu sefer Halifeliği elde edebilen Hz. Muaviye’ye düşmüştü. Ne var ki yaklaşık olarak 20 yıllık hilafeti döneminde her Haricî hareket, kanlı bir şekilde bastırıldığı halde Haricî isyanlarının ardı arkası hiç kesilmedi. Hz. Muaviye’den sonra gelen Emevî Halifeleri, Haricîlerle mücadelede Hz. Muaviye’yi dahî gölgede bırakacak sert tedbirlere başvurdu. Mesela Halife Ubeydullah, şiddet göstermemiş ve/fakat Haricilikle iltisaklı/irtibatlı olduğu gerekçesiyle kadın, erkek ve çocuk ayrımı yapmaksızın birçok masum insanın el ve ayaklarını kestirerek, sokakta ölmelerine sebebiyet vermiştir.

Haricîler, terör örgütü gibi kendilerinden olmayanlara yönelik her türlü şiddet uygularken, Emevî saltanatı da şeriatın temel hukuk ilkelerini bir yana bırakarak, âdeta ‘devlet terörü’ uygulamıştır. Emevîlerin şiddet taraftarlığı kendisini Kerbelâ Faciası’nda da göstermiştir. Emevî Hanedanlığının baskı rejimi, Haricîleri daha da güçlendirmiş ve yeni sempatizanlar kazanmalarına yardımcı olmuştur. Halife Ömer bin Abdülaziz, hilafet makamına getirildiğinde savaşçı/terörist Haricîlerin sayısı 100 bini bulmuştu.

Halife Ömer bin Abdülaziz’in Haricîlikle Mücadeledeki Örnek Açılımı

Emevîlerin 8. Halifesi Ömer bin Abdülaziz, Halife olduktan sonra Haricîler, eski alışkanlıklarını devam ettirerek, yine isyanlarda bulunmuştu. Ancak Halife, valililerine gönderdiği mektuplarda zorunlu olmadıkça onlarla savaş yapılmamasını, bunun yerine tebliğ/irşat yöntemlerine müracaat edilmesini, savaşın kaçınılmaz olması halinde dahî İslâm harp kaidelerinin uygulanmasını, bu bağlamda esir alınan Haricîlerin öldürülmemelerini, ıslah oluncaya kadar hapsedilmelerini ve mallarının da ailelerine teslim edilmesini emretmiştir.

Halife Ömer bin Abdülaziz’in bu âdilane tutum ve davranışını gören Haricî liderler, ona güvenerek, onunla ilk etapta mektuplaşmış, sonra Halifenin elçileriyle müzakere masasına oturmuş ve en nihayetinde bizzat Halife Ömer bin Abdülaziz ile görüşmüştür. Haricî temsilcilerinden biri, Ömer bin Abdülaziz’e yönelik olarak “Ailenden haksızlık yapanların yaptıklarına karşı çıktığını ve onları zulüm olarak nitelendirdiğini ve onların yolundan gitmediğini gördük.” itirafta bulunmakla beraber Halifeden onları lanetlemesini istedi. Bunun üzerine Halife, “Günah sahiplerine lanet okumak, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir farz değildir. Eğer siz hayır, bu farzdır, diyorsanız, ey konuşan adam, söyle bakalım en son ne zaman Firavun’a lanet okudun?” diye bir soru sorarak, günah ve küfür kavramlarının yerli yerinde kullanılmasına yönelik makul açıklamalarda bulundu.

Karşılıklı soru ve cevaplar şeklinde devam eden bu müzakerelerin neticesinde Halife, kendilerine Allah ve Resulüne iman etmiş kişilere yaşama güvencesi vermezken gayri-Müslimleri koruduklarına dair yanlış tatbikatlarını yüzlerine söylemiş ve/fakat Haricîlerin haklı olduğu konularda da onların tespitlerini inkâr etmemiştir. Bu bağlamda “Yezid’in veliahtlığı meselesi beni helak etti. Haricîler, Yezid konusunda bana galip geldi” itirafında bulunmuştur.

Hadiselere ilmi ve ferasetiyle objektif bakabilen Ömer bin Abdülaziz, büyük bir özgüvenle Haricî temsilcilerine “Eğer hakka muhalefet eder ve haktan ayrılırsam bana itaat etmeyiniz.” sözü, Haricîlerin Ömer bin Abdülaziz’in idaresi altındaki âdil devlet yönetimine karşı isyan etmemelerine vesile olmuştur. Böylece bu süreçte herkes güven ve barış içinde hayatını idame ettirebilmiştir. Ne var ki Ömer bin Abdülaziz’in vefatından sonra Yezid’in halifeliğe getirilmesi ile birlikte güven ve barış ortamı yeniden bozulmuş, her iki taraf da yine şiddete yönelmiştir.

Tarihten Ders Alabilmek

Hadiselere tarihî bir perspektiften baktığımızda dinamik ve faydalı bir ilişki olduğu kadar, devletlerin/liderlerin adaletten uzaklaşması ve(ya) cemaatlerin/tarikatların Hak yolundan sapması gibi durumlarda devlet-cemaat ilişkileri de tehlikeli bir boyut kazanmaktadır. Belki de ortaya çıkan bütün meseleler, devlet-millet bağlamında iktidarın nasıl şekilleneceği ve sivil toplum/cemaatler ile beraber nasıl yürütüleceği konusunda uzlaşmaya dayanan müşterek ve şeffaf bir mutabakatın eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Devlet yönetiminde ümmet şuuru ile Kur’ân ve Sünnete uygun bir millî mutabakat sağlanamadığı sürece bölünmüş devletin/ümmetin içinde sürekli olarak fitne ve fesada yol açacak gizli/paralel mahfiller de ortaya çıkacaktır. Bütün bu tarihî olaylardan toplum ve devlet olarak gereken dersi alabildik mi? “Gülen veya Hizmet Hareketi” olarak bilinen dinî görünümlü bir yapının sinsi bir darbe teşebbüsünde bulunduğu 15 Temmuz 2016 tarihi, T.C. devletinin yeni bir imtihanla karşı karşıya geldiğinin en güncel örneğidir. Nasıl ki İslâm tarihinde devlet(ler) ve tahrif hareketleri bağlamında ortaya çıkan siyasî/itikadî ihtilaflara/çatışmalara yer verdi isem gelecek yazımda da inşallah günümüze yolculuk yaparak, FETÖ-PDY konusunu ele alacağım.