Bugün cuma! Tevhid temelli, akaid temelli sohbetlerimize devam edelim.

Herkesin bir plânı var, Allah’ınsa bir hükmü! Galib olacak O’nun hükmüdür. La galibe illallah! Mekerallahu!

Birileri (Haşa) “Tanrıyı kıyamete zorlama” çabasındayken, birileri de (Haşa) Tanrı’yı iktidara zorlama çabasında.

Şöyle düşünüyorlar, şu şöyle olursa bu böyle olur!. Bu böyle olmasa şu şöyle olmaz!. 

Oysa Cenab-ı Allah, bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde hayır murat edebileceğini söylüyor. Böyle düşünenler, (Haşa) Allah’ın bazı kötülükleri engellemekte ya da bazı iyiliklerin hayata geçirilmesinde gücü yetmediği gibi bir şuuraltına sahipler. Yukarıdaki gibi bir düşünce “Şeytani” bir düşüncedir. Kimse Allah’ı mecbur bırakamaz ya da engelleyemez. Ya da Allah (cc), iradesini gerçekleştirmek için kimseye muhtaç değildir.

(Haşa) Allah dünyayı bir makine gibi kurup, sonra da arkasını dönüp gitmiş de değil. O, her şeyi görmekte, duymakta, bilmektedir ve hüküm sahibidir. O, bizim idrakimizin ötesinde, ancak zatı hakkında kitabında verdiği bilgilerle sınırlı olarak anlayabiliyoruz.

Bir topluluğu Allah’ın gazabından koruyacak, ya da O’nun onlar hakkındaki iradesini engelleyecek bir güç yoktur. Hiçbir kişi, lider, önder, neyse o her kimse böyle bir güce sahip değildir ve olamaz.

Her topluluk layık olduğu gibi idare olunur. Güçlü bir kral ya da kudsiyet atfedilen birilerinin, bu liyakat ölçüsünün dışında bir tasarrufta bulunamaz.

Kim Allah’ın rızasının dışında, birilerinin yardımını almak için onlara yaklaşacak olursa, Allah onları, onların başına bela eder. Onlar sonuçta kaçtıklarını sandıkları şeye doğru koşarlar. Onların işlerini sarp dağlara sardırır, üstlerine pislik yağdırır, işlerinin bereketini kaldırır.

Allah dilerse, dinine yardım edenlere yardım için bukağılı şeytanları bile memur edebilir.

Siyaset, ticaret tamamen rasyonalist, pragmatik ve determinist bir hal aldı. Yani; akılcı, kendileri ve o günle ilgili faydacı, sebeb-sonuç ilişkisine dayalı mantıksal bir süreçle açıklanabilen her şey sanki meşru gibi. Bu anlamda “gayeye giden her yol meşru” gibi Makyavelist bir anlam çıkıyor.

Eğer daha iyiye ulaşmak ve korktuklarımızdan emin olmak istiyorsak, yapmamız gereken kendimizi değiştirmek. Ama herkes bu konuda kendilerinin en doğru adres olduğu iddiasında. Herkes kendini değiştirmek yerine, kurtarıcı bir lider, bir önder arıyor.

Oysa peygamberlerin bile kurtarıcı bir gücü yok. Onlar kurtuluşa çağırırlar.

Hiçbir şey gelişi güzel değil. Bizim kontrolümüzden çıkmış olabilir belki(!), ya da başkalarının, Şeytanın kontrolüne de geçmiş olabilir(!). Temel gerçek bu değil. Her şey İlahi bir kontrol altında, hayır ya da şer Allah’ın iradesi içindedir. Bizim korkularımız, telaşımız işte bu noktada düğümleniyor. Oysa olması gereken, bu ahval ve şerait altında Allah’ın bizi gördüğü, duyduğu, olanların O’nun iradesi içinde olduğunun farkında olarak O’nun ipine tutunmak, O’nun rızasına yönelmek sureti ile kurtuluşa erebileceğimizi düşünmemiz gerekirdi.

Evet aklımızı kullanacağız, ama akıl doğru bilgi, tefekkür, ehliyet ve liyakat sahibi insanlarla istişare, şûra, hikmet arayışı, irfan, bizi irfana yönlendiren maarif ile mümkündü ve Marifet burada gizli idi. Oysa biz şu halimize, kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşuyoruz, savaşmamız gereklerle birlik olup, onların yardımını kazanmaya çalışıyoruz, savaşmamız gerekenlerle kucaklaşıyoruz.

Hani “Allah’a dayanacak, sa’ye sarılacak, hikmete ram olacak”tık. 

Şeytan oltasına para, makam, kadını takmış bizi tek tek avlıyor. Daha önce İsrailoğullarını ve İsevileri avladığı gibi şimdi de bizi avlamaya çalışıyor. Kitabı değiştiremeyince onun yorumunu değiştirmeye çalışıyor. Din olmayan şeyleri, dinmiş gibi insanlara kabul ettirmeye çalışıyor. Dini; ritüeller, seremoniler, ikona’lara boğmaya çalışıyor. Daha “vizyoner”, “keyifli hazlar içeren bir din” sunuyor bize. Kâbe’ye tepeden bakan otellerde, muhteşem sesleri ile istediğiniz hafızdan, anlamını bilmediğimiz dini metinler okuyorlar bize. Güzel camiler yapıyoruz, ne yazdığını bile bilmeyen, yazdıkları şeyi mana ve ruhundan azade hattatlarımız da var, ilahlarla dost ilahiyatçılarımız da. Karun da öyle değil mi idi, rivayet olur ki Karun, Hz. Musa ve Hz. Harun’dan sonra Tevrat’ı en iyi bilenlerden biri idi. Eğer tek başına bilmek yeterli ise. Şeytan aslında hakikatin farkındaydı. Anlamak da yetmez. Ona iman ettiniz mi? Ve O “iman ettim” dediğiniz şeyi yaşıyor musunuz? “Yoksa siz ‘iman ettim’ demekle yakanızın bırakılıvereceğini mi sanmıştınız?”

“İdol: Putçuk” edindiğimiz dini, siyasi önderler, kanaat önderleri, eğer sizi Allah’a değil, kendilerine çağırıyorlarsa, onlar Şeytan’ın oltasına taktığı yemlerden başka bir şey değillerdir onlar. Dikkat edelim “Şeytan bizi Allah’la aldatmasın”. Peygamberler de insanları kendilerine değil, Allah’a çağırırlar. Resul, aynı zamanda “bizim gibi bir insan”, bir “kul”, “içimizden biri”dir. O, güzel bir insandır ve onun için Allah O’nu, “Resul” olarak “Vahyin habercisi ve güzel bir örnek” göndermişti. O, aramızdan “seçilmiş bir kişi”dir. Ama bilelim ki, göklerin hazinesinin anahtarı O’nun ellerinde değildir. O’na salat ve selam olsun!

Unutmayalım ki, Şeytan da Allah’ın iradesi içindedir ve o Allah’ın muttaki kullarına bir zarar veremez. O sağımızdan da solumuzdan da gelebilir. İçimizden de başkalarının ağzından da  dışımızdan da seslenebilir. Özellikle sağımızdan gelene ve içimizden seslenene daha çok dikkat edelim. Selâm ve dua ile..