Hilafet veya Halifelik deyince, Abbasi halifesi Kaim döneminde (1031-75) Bağdat başkadılığına atanan Şafii fakihlerinden Ebu’l-Hasan Habib el-Maverdi’nin yazdığı, İslam siyaset kuramının en etkili çalışmalarından kabul edilen, ‘El-Ahkamü’s- Sultaniye-Sultanların Ahkâmı / İslam’da Devlet ve Hilafet Hukuku’ isimli eseri nedense ilk aklıma gelen oluyor. 

Bazılarının sandığı gibi bu kitap, halifelik otoritesinin soyut bir betimlemesi değildi. Maverdi halifenin hakları, ödevleri ve seçilme yolları gibi konuları ele alarak, halifenin otoritesini zamanın gerçeklerine uydurmaya çalışmıştı.  Kamu refahının korunması için halifenin, bölgesel yönetimleri ele geçirenleri tanımak zorunda olduğunu öne sürmüştü.

Maverdi’nin Hilafet/İmamet kuramı; dini ve dünyevi yetkilerin halifenin elinde merkezileştiği bir devlet yapısına vurgu yapar.  Günümüzde Maverdi’nin kitabıyla ilgili eleştiriler, Hilafetin saltanata dönüştürülmesinin ideolojik aygıtı olduğuna yöneliktir. Kısacası sözde dini bir kurumun nasıl dünyevileştirildiğine güzel bir örnektir. Kıssadan hisse. Hizb-ut Tahrir, hilafet konferansları düzenler…

İslam coğrafyasında Hilafet tartışmalarının en yoğun tartışıldığı yer belki de Türkiye’dir. Bunun en mutlak sebebi, Türkiye’nin Hilafet’in yetki devri yapıldığı ülke olmasıdır. Hatta Türkiye haricinde kurulup Türkiye’de de faaliyet gösteren Hizb-ut Tahrir, hilafet konferansları düzenler.  Hilafet, sembolik ve siyasi kurumdu…

Hilafet, Osmanlı hanedanına geçtiğinde sembolik ve siyasi kurumdu. Yavuz Sultan Selim’in askeri gücüyle Osmanlı hanedanına geçmişti. Yavuz Sultan Selim, Memluk ordusunu Mercidabık’ta yendiğinde bu zaferden sonra hızlı hareket ederek Suriye bölgesini ele geçirdi. Mercidabık savaşı sırasında son halife III. Mütevekkil de esir alınanlar arasında idi. Yavuz, 29 Ağustos 1516’da Halep Ulu Camii’nde halife III.Mütevekkil; Cuma namazını kıldırdı. 

Bu arada hatip, hutbeyi “Mekke ve Medine’nin Hakimi” (Hakim’ül- Haremeyni’ş-Şerifeyn) diyerek Yavuz Sultan Selim adına okudu.  Yavuz Sultan Selim müdahale etti ve ‘hakim’ kelimesi yerine ‘hadim’ yani hizmetçi (Hadim’ül- Haremeyni’ş -Şerifeyn) diye okunmasını istedi. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı padişahları Hadim’ül-Haremeyni’ş-Şerifeyn unvanını taşıdılar.

Yavuz Sultan Selim, Mekke ve Medine’nin koruyucusu olarak Abbasi halifesini ve mukaddes emanetleri İstanbul’a getirtti.  Halife III. Mütevekkil, Ayasofya Camii’nde yapılan törenden sonra Eyüp Sultan Camii’nde Yavuz Sultan Selim’e kılıç kuşattı ve hil’at giydirdi. Bu merasim İstanbul’a gelen El Ezher uleması ile Osmanlı ulemasının katılımı ile yapıldı.

Osmanlı padişahları II. Abdulhamid’e kadar Halife olduklarını pek hatırlamadılar. Çünkü hilafet, muktedir saltanatın gölgesi altında kaldı. II. Abdulhamid, panislamist siyasetinin aparatı Hilafetin siyasi gücünden  yararlanmak niyetini hiç gizlemedi. Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde kalan petrol kaynaklarını  ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı, topraklarını Hilafetin manevi gücü ile korumaya çalıştı. Hatta  onu tahtından indiren İttihat ve Terakki'nin  kudretli paşası Enver dahi, “halifenin damadıyım” diye caka satıyordu. 

Hz. Muhammed’in, Hz. Hasan'ın nesebinden torunu Mekke Şerifi Haşimi Hüseyin, İngilizler’le işbirliğini pişirdi, sonra  "Din bizim dinimiz, Peygamber benim dedem, Kuran Arapça size ne?" deyip Osmanlı Devleti’ne isyan etti. Bu ihanet sayesinde, 1. Dünya Savaşı sona erdiğinde Osmanlı Ordusu sadece Hicaz bölgesinden değil tüm Ortadoğu’dan tasfiye edilmişti. Osmanlı hanedanının halifelik meşruiyetini ortadan kaldırmak için Hilafetin Kureşliliği meselesini ısıtıp yeniden ortaya atanlar İngiliz ajanı oryantalist ilahiyatçılar değil mi? Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu’nun “İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik” olarak nitelediği bu akım, günümüzde kimlerin ekmeğine yağ sürüyor? İslam’ın evrenselliğine yapılan en büyük kötülük “Halifenin Kureyşli olması gerektiği” safsatası değil mi? Ne demeli? Memlekette Kureyşli mi kalmış? Benim bildiğim en hakiki Kureyşliler Tunceli'deki Kureyşan aşireti. 

Bu erken dönem Arap şovenizminin müellifi olan Emevi zihniyetini, din adına kutsamak, “lâ hükme illâ lillâh” ilkesine ters düşmez mi? Hani, Allah’tan başka ilah tanımayan Müminler, mücahitler? Küçük dillerini mi yuttular?  Hilafetin saltanattan ayrılması… 18 Mart 1920'de İngiliz işgal kuvvetleri Meclis-i Mebusan'daki Heyeti Temsiliye milletvekillerini tutukladı ve sürgüne gönderdi. Bu tutuklamalardan sonra 18 Mart 1920'de Meclis-i Mebusan kapandı. Mustafa Kemal Paşa, bunun üzerine Heyet-i Temsiliye'yi temsilen, meclisi Ankara'da toplanmaya çağırdı ve 21 Nisan 1920'de yayınladığı bir bildiri ile meclisin 23 Nisan 1920'de toplanacağını duyurdu.  Küresel emperyalizme  meydan okuyan Türkler, 23 Nisan 1920'de Ankara’da toplandı. İşgal Kuvvetlerinin barikatını aşan vatanseverler, Ankara’da buluştular. 

23 Nisan 1920 Cuma günü, Hacıbayram Camii'nde Cuma Namazı kılındı, aşrı şerifler okundu. İşgal Kuvvetlerinin barikatını aşan vatanseverler, Ankara’da buluştular. 23 Nisan 1920 Cuma günü, Hacıbayram Camisi'nde cuma namazı kılındı, aşrı şerifler okundu. Kurbanlar kesildikten sonra Sancak-ı Şerif önde olmak üzere, tekbir ve dualarla ilk TBMM binasına gelindi. Ankara Ulus'taki, İttihat ve Terakki Kulübü olarak yapılan bina, bu amaçla hazırlanmış ve salonunun duvarına "Ve emruhum şûrâ beynehum - Müslümanların işleri, aralarında istişareyle yürütülür" ayetinin yazıldığı levha asılmıştı. Cumhuriyete giden yolda büyük adımlar atılmasını sağlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 101 yıl önce 23 Nisan'da açılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş mücadelesinin en önemli safhalarından birisi oldu. Ankara, o günden bugüne milli iradenin ve İslam Ümmeti’nin kutlu merkezi oldu. 

Cumhuriyetin kurucu kadroları; Hilafet’in İngiliz kuklası bir organa dönüşmemesi için Hilafet makamı, TBMM’nin ve/veya Cumhuriyetin şahsı manevisinde mündemiç oldu. Zaten Halife, İslami ıstılah ve teamüllere göre belirlenmiyordu.  TBMM’de Hilafet tartışılırken Hükümet adına konuşan Adliye Vekili  Seyyid Bey, "hilafet meselesi dini olmaktan ziyade dünyevi bir meseledir ve itikat meselelerinden değil millete ait hukuk ve mesalih-i amme cümlesindendir. İtikada taalluku yoktur. Vakıa itikadiyata dair teklif olunan asar-ı İslamiye’de dahi bu meseleden uzun uzadıya bahsolunuyor.

Fakat bu, hilafet meselesinin akaid-i İslamiye’den madud olduğu için değil, belki bu mesele etrafında sonradan hâsıl olan birtakım hurafat ve eikâr-ı batılayı iptal içindir." sözleri ile "dinî olan"la "dinî olmayan" arasındaki farkın ortaya  koydu.  Hilafet'in dinî bir gereklilik değil, tarihi ve siyasi bir kurum olduğunu, dini ve tarihteki uygulamaları ile ortaya koydu ve Meclis'teki birçok muhafazakarı da bu kurumun artık kaldırılmasına ikna etti. 

3 Mart 1924'te kabul edilen ve 6 Mart 1924'te Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren, 431 numaralı Hilafetin İlgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun Maddesi'nde "Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.” ifadesi bulunuyordu. 

Mevdudi, Hilafet konusunda Seyyid Bey gibi düşünüyordu…

Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Türk asıllı bir ailenin kızı Rukiye Begüm Evrengzîb Âlemgîr’in oğlu Seyyid Ebu'l-A'la el-Mevdudi’nin “Ḫilâfet aôr Mülûkiyyet- Hilafet ve Saltanat” kitabında belirtiği gibi, Hilafet babadan oğula tevarüs etmesi nedeni ile saltanata dönüşmüştü.  Mevdudi'nin hilafet konusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi tezini kabul ettiği söylenebilir.  Hilafetin kaldırılmasından yarım asır sonra Türkiyeli sağcı muhafazakâr İslamcı kesim, aşırı tepki verdi.  Konjukturel bir durumla karşı karşıyayız. “Kutsal Emanetler”in Türkiye’de olması çok önemli. Terör örgütü IŞİD’in bayrağında yer alan Hz. Peygamber’in mührü de İstanbul’da kesintisiz Kur’an tilavet edilen Topkapı Sarayı’nda Kutsal Emanetler dairesinde muhafaza ediliyor.

Muhafazakar çevreler Son Halife’nin Türk olması, günümüz halifesinin de Türkiye’den olabileceğine tüm gönülleri ile  inanıyor.  Hatta öyle ki bu kesimin önde gelen isimlerinden Kadir Mısıroğlu, 28 Mayıs 2016 tarihinde yaptığı bir konuşmada Kurtuluş Savaşı’na ilişkin olarak “Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı” demişti.  Maalesef günümüzde bu cenahtan, Yunan işgalini Milli Mücadele’ye tercih edenlerin sayısı hiç de az değil.

En kötüsü düşünme melekelerini dumura uğratan enformatik dezenformasyonun İngiliz kaynaklı olduğunu bilmemeleri.  Çünkü akıl hocaları Kadir Mısıroğlu’nun 7 Eylül 1983 tarih ve 18158 numaralı kararla birlikte Türk Vatandaşlığından çıkarıldığından, İngiltere’den siyasi iltica talep etmesinden haberdar değiller. 

Suud sermayeli Bereket Vakfı - Rabıta ve Zemzem kuyusundan çıkarılmış yeşil dolarlar…

Şimdiki Erenköy/ Altınoluk cemaatinin ibadet dirisi denilen mürebbii, Zemzem kuyusundan çıkarılmış yeşil dolarların muhibbinin tarikat silsilesideki şeyhleri Erbilli Nakşi Şeyhi Erbilli Esad Efendi’ye Menemen hadisesinde yargılandığı sırada Erbil’de bulunduğu dönemde İngilizlerle irtibatı sorulmuş, İngilizlerin tekkelere karışmadığını, yalnız kendi menfaatini (esas) aldıklarını söylemişti.  

Dediğim o ki; kim ki Cumhuriyet’e karşı çıkıyor, etiketini kaldırın altından  İngiliz muhibbanlığı sırıtıyor. 

“Ümmet” fikri, Türklük olgusuna neden düşman? “Ümmet” fikri, Türklük olgusuna neden düşman?

Türkler’in tarihte en büyük düşmanı, Emeviler’in en önemli Arap komutanlarından biri Horasan Valisi Kuteybe bin Müslim desem, Arap uşaklığı, Türklüğünden ağır basanlar Allah rızası için beni boğazlamayı “Cihat” sayabilir.  Kuteybe, senelerce uğraştıktan sonra Semerkant'a 711'de girebildi. Kuteybe komutasındaki Arap ordusu, Türkler’in kadim şehri Semerkant'a girdiğinde erkekleri kılıçtan geçirdiler, kadınları ve kız çocukları cariye, erkek çocukları köle yaptılar.  

Türk illerinde taş üstünde taş, baş üstünde baş koymadıkları gibi eğitimli insanları öldürdüler, Türk kültürüne, harsına, irfanına ait kütüphaneleri yıktılar, binlerce cilt kitabı yaktılar, yok ettiler.  

Türk kültür tarihine dair elimizde kala kala Kültigin Kağan'ın diktirdiği Orhun/Yenisey Yazıtları ile balballar kaldı. Bir de utanmadan Hülagu Han’ın Bağdat Kütüphanesini yaktığı yalanının arkasına sığınırlar. 

Ne yazık ki Orta Asya Türk tarihini, Çin kaynaklarından öğrenmek gibi trajedi yaşadık, Motun'a “Mete” dedik. Arapça alfabe değişti diye matem tutanlar neden bu konuda bir şey demezler?  

Eşari geleneğinden yetişenlerin, “Deve sidiğini şifa” gören çöl bedevilerinin Arap milliyetçiliğini, din algısına dönüştüren paradigmaları iflasın eşiğinde. Onları Londra'dan icazetli Hilafet ilanı dahi kurtaramayacak.  Türklük Mefkûresine sımsıkı sarılan Türk milleti, Arap emperyalizminin korkulu rüyası…

“Ümmetçilik” günümüzde maalesef İngiliz ve Amerikan çıkarlarına hizmet eden son derece kullanışlı bir ideolojik aparat.   “Ümmet” fikri; İslam mü’minleri açısından “din kardeşliği, Müslüman milletlerin, İslam aleminin siyasi kültürel, askeri ve ekonomik birlikteliği” olarak tanımlanabilir.  

Ancak söz konusu dini terimin uygulanabilirliği bir tarafa, kendisini İslam’ın tek otorite mercii gören Suudi Arabistan rejiminin gayri İslami yapılanmasının en güçlü dayanağı olması, maalesef içini boşaltan bir olgu.   Bugün “Ümmetçilik”, Rabıta teşkilatı üzerinden Cihanşümul Kadim Türk Devleti’nin başına çorap örmek amaçlı kullanılıyor.

Eğer Rabıta’nın Türkiye’deki para kasası olan cemaati bilirseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. 

Türk milletinin Türklük Mefkuresine gönül vermesi demek, Arap emperyalizminin yüzyıllardır dini duygularla taktığı boyunduruğu, söküp atması demek.  Kültürel ve ideolojik köleliğin bitmesi anlamına gelen bu eylemlilik nedeni ile “Ümmetçilik”, Türkçülük ve Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanıdır.  

Eğer akademisyen, siyasi, asker, şeyh her kim olursa olsun Türklük Mefkûresinden rahatsızsa bilin ki arka planda, İngilizci, Amerikancı, Çinci, Rusçu, İrancı veya Arapçı zihniyetin iğfaline uğramıştır. 

Hilafeti geri getirme hazırlığı mı var?

Ayasofya’nın ibadete açılması, dini cemaat ve tarikatlara Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar serbestlik tanınması, siyasiler tarafından devlet kadrolarının bunlara tahsis edilmesi, “94 ruhu” adı altında Milli Görüş çizgisine dönüş sinyallerinin verilmesi ve Milli Görüş ile gönül akdi fesh edilen bu cenahtan bazı isimlerin parti teşkilatlarında, il teşkilatlarında önemli görevlere getirilmesi, son olarak dini grupları çok rahatsız ettiği bilinen İstanbul Sözleşmesinden çıkılması, önümüzdeki günlerde Türk siyasi tarihinde önemli gelişmelerin yaşanacağını gösteriyor.  

Durmuş Durduyan isimli bir dönmenin Saadet Partisi’ne yakınlığı ile bilinen bazı dernek ve vakıflar üzerinden, Türkiye’nin yeni süreçte nasıl şekillenmesi gerektiğine dair aktif faaliyet içerisinde olduğu biliniyor.   Kendisini üst akıl olarak nitelendiren Durmuş Durduyan'ın bazı tarikat şeyhleri, sözde sivil toplum kuruluş temsilcileri ile Hilafet rejimine geçiş hazırlıklarını konuştuğu istihbarat raporlarına çoktan girmiş durumda. 

Durmuş Durduyan ve tayfasının tezine göre; “Zaten Halifelik mevcut. TBMM’nin bir kararına bakar. Yüz milyonlarca Mümin, Türkiyeli Halifeye biat etmek için bir saniye dahi tereddüt etmeyecektir." Lakin bunlara birileri çıkıp, “dünün güneşi ile bugünün çamaşırı kurutulamaz” gerçeğini hatırlatmalı.  Şimdilik bu kadarı ile yetinelim. 

Ama sözde, din adına ortaya çıkıp, yüzyıllarca İslam’ın bayraktarlığını yapan Müslüman Türk milletinin vatanına, istiklaline ve istikbaline göz diken, yabancı istihbarat örgütlerinin kontrolüne giren hainlerin, yasalar önünde göreceği cezalar olacaktır, olmalıdır.  Biz biliriz ki gâvurun ekmeğini yiyen, kılıcını kuşanır.    

2001 yapımı ‘Deli Yürek: Bumerang Cehennemi’ filminin repliği aklınızdan çıkmasın, “Bu ülkenin ekmeğini yiyip ihanet eden ekmeği yediği yerden bir gün kurşunu yer” Korkmayın! 

Üçler-yediler-kırklar, erler demine destur alanlar Türk Bilge Kağan gibi diyor ki, "Ey TÜRK! Üstte mavi gök çökmedikçe, Altta yağız yer delinmedikçe, Senin ilini ve töreni kim bozabilir! Titre ve kendine dön!”