İslâm topraklarında yaşayan fertlerin maddî durumları ile ilgili bilgiler eksik kaldığı sürece kamusal sosyal harcamaların da âdil olamayacağını fark eden Hz. Ömer bin Hatab, Şura üyeleriyle yaptığı karşılıklı fikir alış verişin sonunda her bir vatandaşın kaydının tutulmasını gerekli gördü. Bunun üzerine halkın gelir ve ihtiyaç düzeyini belirleyebilmek için, geniş kapsamlı bir nüfus sayımı yapıldı. Böylece kişilerle ilgili sosyo-ekonomik veriler elde edildiği gibi, kamusal gelir gider kaynaklarını belirleyen bir sosyal bütçe oluşturuldu.

Böylece tarihte ilk kez âdil sosyal koruma sisteminin temelleri atılmış oldu. Sosyal koruma kapsamına ilk önce aile alındı. Aileler, maddî yönden desteklenmeliydi. Onun için vatandaşlık maaşlarının ödenmesinden ve aynî yardımların yapılmasından yerel yönetimlerde valiler, merkezde ise halife tarafından görevlendirilmiş özel memurlar sorumlu tutuldu. Nüfus bilgileri ve hak sahipleri ile ilgili kayıtlar da merkezî veya yerele göre belirlenmişti. Dolayısıyla yerele ait olan istatistikî bilgiler, merkezde değil de eyalet valilerince kendi bölgelerinde tutulmaktaydı.

Halife Hz. Ömer, bu dağıtımı (kamusal sosyal transferleri), gerek merkezde, gerekse yerelde sık sık denetlediği gibi Medine ve çevresinde yaşayan vatandaşların hak ettikleri ödemeleri de bazen bizzat kendisi yapmaktaydı. Mesela görgü şahitlerden birisinin anlattığına göre bir gün Hz. Ömer, bir kabilenin bulunduğu köye bizzat giderek, burada bütün evli ve bekâr kadınları toplayarak maaşlarını dağıtmıştır.

Aile odaklı bu sosyal koruma modeli, yeni oluşturulan divan ismi verilen bir kurum tarafından yürütülmekteydi. Divan, devlet idaresindeki çeşitli idarî, askerî ve malî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere, bunların ve memurların bulunduğu yere verilen isimdir. Divanda, ilk önce hak sahiplerine dağıtmak üzere ganimet ve fey gelirleri kayda alınmıştı. Daha sonra divan, hazinenin bütün gelirlerinin tespiti ve insanlara ödenen maaşın kaydı için kullanılmıştır.

Bazı özel hususiyetlerin yerine getirilmiş olması şartına bağlı olarak vatandaşlık geliri sistemine bir de refah payı eklenmesi ilkesi benimsendi. Farklı miktarlarda dağıtılan yıllık atiyyeler, kişilerin Müslüman olduktan sonra İslâm’a yaptıkları hizmet ile Hz. Peygambere (sav) yakınlığına göre belirlenmekteydi. Mesela Muhacir ve Ensar’dan Bedir Muharebesine katılanlara yüksek miktarlarda atiyye dağıtılıyordu (yıllık 5’er bin dirhem). Böylece Hz. Ömer, refah payı ilaveli vatandaşlık geliri modeli ile hem bütün vatandaşları asgarî seviyede de olsa gelir güvencesi kapsamına almış oldu, hem de topluma, dine veya devlete üstün hizmetlerde bulunmuş olanlara da ayrıca bir mükâfatta bulunmuş oldu.

Hz. Ömer, kamu gelirlerini dağıtırken, muhtaç olan herkese temel gelir desteğinde bulunarak, sosyal adaleti de koruyabilmiştir. Mesela bedenen, zihnen veya aklen engelli konumunda olup da çalışma gücünü yitirmiş kişiler, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde özel sosyal koruma kapsamına alınmıştır. İşgücü niteliği taşımayan ağır derece engelli aile fertlerine ayda 25 dirhem maaş verilmekteydi. Bunun yanında kendilerine beslenmeye yönelik aynî yardım olarak ayda 2 carib buğday, 2’şer litre sirke ve zeytinyağı da verilmekteydi.

Bununla birlikte Hz. Ömer, savaşlara katılmış mücahitlere (gazilere), İslâm dinini en zorlu dönemlerde kabul eden ilk Müslümanlara, Hz. Peygambere (sav) yakın veya İslâm davasına üstün hizmette bulunmuş olanlara, pozitif ayrımcılık uygulayarak, özel durumlarına uygun belli bir tasnif ve tertibe göre daha yüksek miktarlarda bir gelir bağlamıştır. Hz. Ömer’in, aile fertlerine yönelik refah destekli vatandaşlık geliri ekseninde geliştirmek istediği dağıtım politikaları konusundaki şu sözleri ibret vericidir:

“Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki, şu devlet malında herkesin bir hakkı vardır. Ben de bu konuda, ancak sizin gibi biriyim. Fakat Allah'ın Kitabı’ndaki ve Resulullah’ın nazarındaki yerlerinize göre dağıtımda bulunacak, kişi ve İslâm'daki mihneti, kişi ve İslâm'daki önceliği, kişi ve İslâm'daki zenginliği, kişi ve ihtiyacını göz önünde bulunduracağım”.

Hiç kimsenin refah düzeyini ve hayat kalitesini azaltmadan, belirli bir sosyal kesimin refahını artırmaya yönelik uygulamalar (Pareto Optimum), aslında artan sosyal refahın bir göstergesidir. Artan sosyal refahtan, herkese hak ettiği bir pay verilmesi, sosyal devletin bir vazifesi, vatandaşın da bir hakkıdır. Kimsenin asgari hayat standardı altında kalmamak şartıyla belirli sosyal kesimlerin üyelerine, ya dezavantajlı konumda oldukları için, ya da ödüllendirilmeye layık oldukları için, pozitif ayrımcılık ilkesi doğrultusunda ayrıca bir gelire sahip olmaları, yadırganacak bir durum değildir. İşte zengin devletler, artan milli gelirlerini bu kriterlere göre değerlendirir. Peki anayasal anlamda bir sosyal hukuk devleti olan T.C. Devleti, ne zaman milli gelirlerini artırıp da İslâm tarihinde görüldüğü gibi refah politikaları uygulayacak?