Geçtiğimiz hafta sonu, Memur-Sen Konfederasyonu, Eğitim-Bir-Sen İznik Temsilciliği’nin periyodik faaliyetlerinden birine katılmak için İznik’teydim.

Temsil emanetini yüklenmiş olan kardeşim Mahmut Kocadağ’ın ve kıymetli çalışma arkadaşlarının Kudüs sevdalarına, fotoğrafları üzerinden Kudüs’ün hikayesini anlatarak, şahsi bir katkıda bulunmaya çalıştım.

Şunca zamandır Kudüs konusunda katıldığım İstanbul dışı etkinliklerdeki en dikkatli dinleyicinin İznikli kardeşlerim olduğunu özellikle söylemeliyim. Kudüs’e mahsus özlemlerini ve bilgi taleplerini yüz ifadelerinden çok açık biçimde okuyabildiğim bu kardeşlerime, Bursa’dan teşrif eden Eğitim-Bir-Sen Bursa Şube Başkanı Ramazan Acar’a, Belediye Başkanı adayımız Kaan Mehmet Usta’ya, resmi kurumların ve AK Parti’nin yöneticilerine, zahmetleri ve güzel ilgileri için çok teşekkür ediyorum.

İznik’teki ikinci günümde, bundan yaklaşık iki sene önce, şeyhim Mustafa Yılmaz’la birlikte yaptığımız seyahatte, zaman darlığı nedeniyle görme imkanı bulmamadığımız yerleri, İznik’i avuçlarının içi gibi bilen sevgili Ömer Faruk Toprak ve Coşkun Yıldız’la birlikte gezme imkanı buldum. Atilla Bayramoğlu’nun da refakatiyle uğradığımız yerlerden biri de Dâvûd el-Kayserî’nin istirahatgâhıydı.

Mahmut Erol Kılıç Hoca, İbnü’l-Arabî ile Mevlânâ’yı Osmanlı’nın kurucu babaları olarak zikreder. Bana göre Sadreddin Konevî ile Dâvûd el-Kayserî de onlara dahildir. Kaldı ki, Sadreddin Konevî İbnü’l-Arabî’nin, Dâvûd el-Kayserî de Sadreddin Konevî’nin öğrencisidir. Üstelik bu iki isim, İbnü’l-Arabî tefekküründen hareketle, yeni devlet için hayatî bir ihtiyaç hükmünde olan Vahdet-i vücûd nazariyesini birlikte üretmişlerdir.

Dâvûd el-Kayserî’nin tefekkür hayatımıza yeniden kazandırılması için büyük gayret sarfeden Mehmet Bayrakdar, hazretle ilgili DİA’ya yazdığı maddede, hayatı hakkındaki bilgilerin yetersizliğini belirtip, ilgili kaynaklardan onun 1260 yılı civarında doğduğunu ve muhtemel 1350 veya 1344’te İznik’te vefat ettiğini, mezarının ise Çandarlı Halil Paşa Camii’nin karşısında bugün Çınardibi denilen yerde bulunduğunu naklederek, “Dinî ve aklî ilimlerde iyi bir öğrenim gördüğü”nü, “Dinî ilimlerden bilhassa fıkıh ve hadis sahalarında derin bilgiye” sahip bulunduğunu, “Ancak daha ziyade tasavvuf, kelâm ve felsefe alanlarındaki dirayetiyle temayüz etti”ğini belirtir.

Dâvûd el-Kayserî’nin ilk müderrislik ünvanı, inşaatı 1336 yılında tamamlanan İznik’teki medreseye Orhan Gazi tarafından 30 akçe maaşla tayin edilmiş; vefatına kadar –yaklaşık on beş yıl– burada, hadis, fıkıh, felsefe ve mantık derslerini de okutarak görev yapmış olmasından gelir.

Kurucu babalık vasfı ise, yeni yürüyüşünde Batı’yı istikamet edinen çiçeği burnundaki Osmanlı devletinin, bu seçiminin bir gereği olarak ihtiyaç duyduğu vücûd / varlık anlayışının mevcut ihtiyaca göre yenilenmesinde aktif bir rol üstlenmesinden gelir.

Vücûd / varlık kelimesinin Dâvûd el-Kayserî’den önceki ve sonraki durumunu burada ele almamız mümkün olmayacaktır. Bu nedenle, İbnü’l-Arabî tefekkürünün bu anlayışa esas teşkil etmesi bakımından, söz konusu kelimenin ondaki kimi karşılıklarını görebilmeniz için sizi önce, Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi’nin 1. cildinde yer alan Mustafa Tahralı’ya ait “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücûd ile Alâkalı Bâzı Meseleler” başlıklı incelemeye yönlendirmeliyim.

Vücûd / varlık kelimesinin Dâvûd el-Kayserî ile birlikte yüklendiği yeni anlamın mahiyeti hakkında bakacağımız ilk kaynak ise, kuşkusuz onun Mukaddemât adlı eseridir.

Tıpkı İbn Haldun’un yazmayı düşündüğü tarihe esas Mukaddime’si gibi, hazretin de yazmayı düşündüğü Füsûs şerhine esas Mukaddemât’ı, henüz kullandığımız alfabeyle dilimize aktarılmamıştır. Sadece onun sunuş mahiyetindeki ilk kısmı Turan Koç - Mehmet Çetinkaya’nın tercümesiyle yayımlanmıştır ki (İnsan Yayınları, İstanbul 2011) bu metin bile belirttiğimiz manada ihiyacımıza kısmen karşılık oluşturabilmektedir.

Demek ki zaten, Turan Koç abiden aldığım bilgiye göre tamamı 1400 sayfa olan Mukaddemât’ın tam tekmil tercümesini (ki büyük bölmü yapılmış ancak henüz yayımlanmamıştır) gördükten sonra ancak Vücûd / varlık bahsini konuşabileceğiz.

Dâvûd el-Kayserî’nin, İznik’te Çandarlı Halil Paşa Camii’nin karşısındaki Çınardibi’nde yeralan istirahatgâhının mevcut durumu da, sanki hazretin kurucu babalığı ve bunu doğuran değerli görüşleriyle ilgili bilgisizliğimizin sureti gibidir: İğreti yapılar arasında, gövdesi ancak özel (betonumsu) bir mazlemeyle doldurularak ayakta tutulmaya çalışılan en az beş asırlık bir çınarın dibinde, kitabesizliği sebebiyle peşinen garip kalmayı seçmiş bir mezar!

Elbette, Kerküklü Nevruzî’nin “Ehl-i irfân olanın bil hâtırı virân gerek” mısraından hareketle, zikrettiğimiz durumu sineye çekebiliriz. Ancak, Dâvûd el-Kayserî sadece bir ârif değil, hem kurucu baba olarak Osmanlı’dan bir nişandır, hem millet olarak yeni dünya düzeninin gerektirdiği yeni vücûd anlayışının ilk kodları hâlâ onun tefekküründedir.

Umarız ki, Dâvûd el-Kayserî’nin mevcut istirahatgâhında yapılacak mimari düzenleme ile, tefekkürünün layıkıyla bilinmesi için yapılacak yayımlar eş zamanlı gerçekleşir.