Bugün modern tıp, kadının hamile kalmasından hemen sonra içinde yaşadığı sosyal çevreden aldığı etkileri karnındaki bebeğine gayri ihtiyari olarak aynen ilettiğini ortaya çıkarmıştır. Bu itibarla bebek, anne rahminde iken annenin vaktinde yemek yemesi, uyuması ve dinlenmesi gibi bütün fiili hareketlerinden, hâl ve tavrından olumlu veya olumsuz olarak etkilenmektedir. Bir başka ifadeyle, bebeğin aldığı ilk terbiye gebelik dönemi ile başlamaktadır. Dolayısıyla bu dönemde anne adayının haleti ruhiyesi çok önemli olduğu için, her türlü stres oluşturabilecek ortamdan uzak kalması ve maneviyatını yüksek tutması gerekmektedir. Anne ne kadar huzurlu ise, bebek de o nispette sağlıklı olacaktır.

Bebeğin dünyaya teşrif etmesinden sonraki ikinci terbiye dönemi ise, içinde bulunduğu aile yuvasında devam etmektedir. Çocuğun ilk terbiye ve eğitim mesuliyetinin ebeveynine ait olduğu herkesçe malumdur. Özellikle, bebeğin hayata gözlerini açtığı andan itibaren anneye büyük görevler düşmektedir. Çocuk pedagoglarına göre, bebeğin büyütülmesi, yetiştirilmesi, geliştirilmesi, eğitilmesi, kısacası sosyal vecibeleri yerine getirmesi bakımından ilk yıllarda anneye daha fazla görevler düşmektedir. Annenin bu emaneti yüklenmeye hazır bir vaziyette olması da gönül dünyasında taşıdığı ve Allah’ın kendisine bahşettiği fıtratın bir yansıması olarak çocuk sevgisine bağlanmaktadır. Bu açıdan meseleye bakıldığında, şefkat ve merhamet gibi ulvi duyguların en bariz örneğini hakikaten anne-bebek münasebetinde görmek mümkündür.

Bebekler, geçici bir süre bile olsa bakıma muhtaç en aciz insan yavrularıdır. İlk yıllarda tamamen güçsüz ve çaresiz olmaları sebebiyle bakılıp beslenmeye, ilgi ve sevgiye muhtaçtır. Bebeğin fizikî gelişimi için anne sütü ne kadar önemli ise ruhî ve hissî gelişimi için de anne sevgisi bir o kadar önemlidir. Çünkü annenin bebeğine daha doğumunun ilk gününden başlayarak vereceği sevgi, bebeğin huzurlu ve güvenli büyümesini sağlayacaktır.

Nüro-Biyoloji dalında elde edilen bilgilerin ışığında bu konuya yaklaşırsak, kadınlarda görülen bu güçlü sevgi duygusunu, yumuşaklığı, sevecenliği kısacası annelik insiyakını (içgüdüsünü) “OXYTOCİN” (Oksitosin) denilen destekleyici bir hormona bağlamamız gerekmektedir. Davranış bilimcilerine göre, kadının beyninde oluşan bu etkileyici hormon, anne sütü sağladığı gibi annenin, doğumdan önceki hâl ve hareketlerini de olumlu yönde değiştirmektedir.

Stockholm Karolinska-Enstitüsünde anne olan ev hanımları ile ilgili ilginç bir çalışma yapılmıştır. Buna göre emziren anneler üzerinde yapılan bu araştırmada annelerin bebeklerini emzirirken anne sütünde ve kanındaki hormon seviyesinin yükseldiği tespit edilmiştir. Bu durumun karşısında annelerin davranış profilleri olumlu yönde değişmektedir. Emziren anneler, daha sonraki hayatlarında daha az korkmakta ve hemen hemen hiç gergin olmamakta, sosyal yönden daha aktif bir tutum sergileyebilme becerisi gösterebilmektedir. Hele hele strese karşı daha güçlü ve dayanıklı oldukları da ortaya çıkmıştır.

Nitekim Federal Almanya'da bin kişi üzerinde yapılan bir ankete göre, kadınların % 88'i ve erkeklerin de % 83'ü annenin çocuğuna beslediği sevginin insanların gösterebilecekleri sevgilerden tamamen farklı ve şartsız olduğuna inanmaktadır. Bu sevginin fıtrî olduğunu düşünen erkeklerin oranı % 50 iken kadınların oranı ise % 43'tür. Bunun yanında erkelerin % 46'sı ve kadınların % 52'si anne sevgisinin daha fazla doğumdan sonra oluşan bir duygu olduğuna inanmaktadırlar.

Bütün bu incelemeler neticesinde şunu tespit edebiliriz: Annelerde, bilhassa doğumdan sonra farklı bir boyutta ortaya çıkan çocuk sevgisi fıtrata bağlanabilir. Bunun yanında, doğumun ve emzirmenin getirdiği nüro-endokrinolojik tesirlerin etkisiyle çocuk sevgisi, annede hem fizyolojik, hem de biyolojik olarak daha da gelişmektedir. Dolayısıyla, belirgin bir çocuk sevgisiyle anne, çocuğuna çok daha rahat bir şekilde bakabilmektedir. Herkesin fıtratı tam ayniyet arz etmese de, her normal anne, bilhassa doğumdan sonra gayri-şuurî olarak bu fıtrata uygun tarzda bir davranış biçimi göstermektedir.

Anneleri Tarafından Yeterince Sevgi Alabilen Çocuklar Ruhen Sağlıklıdır

Çocuklarda ve gençlerde görülen olumsuz sosyal davranış biçimlerinin asıl sebepleri araştırılırken, derin psikoloji yöntemleriyle çocukların bebeklik dönemlerine kadar gidilmektedir. Çocukların bebeklik dönemleri incelenirken, ister istemez ebeveynin ve daha ziyade annenin bebeği ile arasındaki bağ ele alınmaktadır. Araştırmalar, anne terbiyesi ve eğitimini kesintisiz olarak alamayan bebekler ruhen sağlıklı yetiştirilemedikleri için, er veya nispeten daha saldırgan, tecavüzkâr, sataşkan kısacası anti-sosyal davranışlarda bulunduklarını göstermektedir.

Eğer, çocuktaki düşmanlık, hırs, hissî fukaralık, egoizm, kötüye temayül gibi menfi hasletler sosyal çevrenin etkisinden değilse bile genellikle aile terbiyesi ve anne şefkatinin yeterli olmamasından kaynaklanmaktadır. Genelde ilgi, sevgi ve merhametten uzak bir ortamda yetişen çocukların beyinlerinde gayri-ihtiyari olarak daimî izler kalmaktadır. Şuuraltında oluşan ve gelişen bu izler, çocukları sürekli tâkip etmekte ve onları acı geçmişin tesiri altında bırakmaktadır.

Bilhassa iş hayatından kaynaklanan sinirli, stresli ve huzursuz anneler, doğumdan sonra bebeklerine yeterince sıcak bir atmosfer sağlayamadıkları için, bebeğin ruhî dengesini de bozmaktadır. Çocuğun böyle durumlarda daha korkak ve şüpheci olduğu ortaya çıkmaktadır. Annenin, isteyerek veya istemeyerek yaptığı bu tarz muamele karşısında çocuklarda güvensizlik duygusu hâkim olmakta ve dolayısıyla bu da şahsiyetlerinin oluşmasını ve gelişmesini olumsuz olarak etkilemektedir. Geçmişte, çocuklarda görülen kriminolojik vakıalar, ruhî dengesizlikler, karakter bozuklukları gibi bütün olumsuz hadiseler, sadece genetik yapıya bağlanmaktaydı. Ancak; bugün, çocukların/gençlerin işlediği suçlar ve kendilerinde ortaya çıkan ruhî ve sosyal hastalıklar (cinsî sapıklık, eşcinsellik, saldırganlık vs.) daha fazla aldıkları aile terbiyesi ve eğitimine bağlanmaktadır.

Çalışan Anneler, Çocuklarına Yeterince Sevgi Veremez

Çalışmak durumunda olan hamile kadınların yolda, işte ve evinde çekecekleri zahmet ve stresin karınlarındaki bebeğin ruhuna aksetmemesi mümkün değildir. Doğumdan hemen sonra da iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalan bir anne, bebeği ile 24 saat ilgilenemeyeceği gibi bebeğine düzenli olarak anne sütünü de veremeyeceğinden hem kendisi, hem de bebeği bundan olumsuz olarak etkilenecektir.

Çalışan annenin bebeğini başkalarına emanet etmesi de problemi daha da artırmaktadır. Annesinden kısmen de olsa ayrı kalan çocuklarda aşırı sevgi ihtiyacının yanında intikam duygusu da oluşmaktadır. Neticede, bu çocuklarda çöküntü ve depresyon alametleri görülmektedir. Annesinden tamamen uzak kalan çocukların birçoğunun ise karakteri zedelenmekte ve bazıları içine kapalı bir davranış biçimi sergiledikleri için, sosyal münasebet kurmakta aciz ve zayıf kalmaktadır.

Problemli çocukların büyük bir ekseriyetinin çalışan annelerin içinden çıkması tesadüfe bağlanamaz. Bunun içindir ki, çocuk psikologları çocuğun ruh sağlığı için, annenin sürekli ve kesintisiz bir şekilde doğumdan başlayarak, en az 2-3 yıl boyunca bebeğinin bakımını üstlenmesini tavsiye etmektedir. Her sağlıklı bebek doğumdan takriben 5 ay sonra annesini tanımaya başladığı için bilhassa bu dönemden sonra bebeğe yeterince zaman ayrılması gerekmektedir. Çocuk bilimcileri bunu söylüyor ama bizim aileden sorumlu Bakanımız, daha çok kadınımızın işgücü olarak iş hayatına atılmasına yönelik teşvik edici istihdam politikaları geliştirirken, acaba doğumdan sonraki ilk yıllara yönelik olarak anne/çocuk bağının korunmasına yönelik ne gibi tedbirler düşünmektedir?

Prof. Dr. Ali Seyyar